23 Şubat 2013 Cumartesi

Ölüme Yakın Deneyimler: 30 Yıllık Araştırma – (2.Bölüm) Read more http://epochtimestr.com/index.php/paylasilan-olum-deneyimleri-2-bolum


Paylaşılan Ölüm Deneyimleri
Ölüme Yakın Deneyimlerle (ÖYD) alakalı bir diğer fenomen ise, paylaşılan ölüm deneyimleri, yani ölüme yakın deneyim yaşayan kişinin, o sırada yanında olan kişinin de ÖYD’lere benzer karakteristikte bir deneyim yaşaması durumu.
Moody, paylaşılan ölüm deneyimleri konusunu ilk kez 1972’de kendi tıp profesöründen duymuş. Profesörün annesi bir kalp krizi geçirmiş ve profesör annesini hayata döndürmeye çalışıyormuş, tam o sırada, kendi vücudunu terk etme hissi yaşamış ve kendi bedeninin annesini kurtarmaya çalıştığını görmüş.
Annesi ölünce, onu bir ruh formunda görmüş, annesinin önceden tanıdığı, yine ruh formunda bazı insanlarla buluştuğunu, sonrasında ise, annesi ve bu insanların birlikte bir tünelin girdabına kapılıp gittiklerini görmüş.
30 yılı aşkın bir araştırma sürecinden sonra Moody, tahminleri ışığında, paylaşılan ölüm deneyimlerinin ÖYD’ler ile ortak deneyimler olduğunu görmüş. Yıllar içinde daha fazla vaka ile çalıştıkça, ÖYD’lerin paylaşılan ölüm deneyimleri ile çok benzer olduğunu keşfetmiş.
Moody, The Epoch Times’a yaptığı açıklamada, paylaşılan ölüm deneyimlerinde en sık karşılaşılan durumun, bu deneyimi yaşayanların, ölen kişinin transparan bir kopyası gibi olan ruhunu görmeleri, ya da oval veya küre şeklinde bir ışığın, ölen kişinin başından veya göğsünden fiziksel bedenini terk ettiğini görmeleri olduğunu söyledi.
Bazen de, ölen kişinin yanında bulunan kişi, ölen kişinin tüm hayatının film şeridi gibi gözlerinin önünden geçtiğini görebiliyordu. Georgia’dan bir bayanın, kocasının ölüm anındayken, onun hayatının gözünün önünden geçtiği, tüm bunlar olurken kocasının ruhu ile konuştuğu ve ayrıca ruh formunda başka bir insanın belirerek, daha önce düşük yaparken kaybettiği kızları olarak kendisini tanıttığı belgelenmişti.

Raymond Moody, IANDS 2011 Konferansı'da Paylaşılan Ölüm Deneyimleri'ni anlatırken.
Moody, paylaşılan ölüm deneyimlerinin, zihin ve beynin birbirinden ayrı olduğunu gösteren açık bir kanıt olduğunu, çünkü bunu deneyimleyen kişilerin, o sırada beyin fonksiyonlarında bir zedelenme olmadığını söylüyor.
Moody konferansta yaptığı sunumda, “Yıllarca üzerinde çalıştığım ölüme yakın deneyiminlerin özelliklerinin, ölüme yaklaşan kişinin yanında bulunan kişilerde de aynen varolduğunu gördüm. Bu kişiler hasta veya yaralı değillerdi, beyinlerindeki oksijen akışında da herhangi bir sorun yoktu ve ölüme yaklaşan kişilerle tamamen aynı şekilde deneyimler yaşıyorlardı.” dedi.
Daha da güçlü bir kanıt olarak, The Epoch Times’la yaptığı röportajda Moody, Güney Afrika’da bir rahip ve rahibenin birlikte bir araba kazası yaşadıklarından ve arkasından ikisinin de kalp kirizi geçirmelerinin ardından ölüme yakın deneyim yaşadıklarından bahsetti. İkisi de hayata döndürüldükten sonra, birlikte bedenlerini terkederek bir ışığa doğru gittiklerini tamamen aynı şekilde anlatmışlardı.
Bu son 30 yıllık araştırmayla beraber Moody, “artık bir ‘gerçek’ var – ‘gerçeğin’ altını çizerek söylüyorum – ‘ölüm sonrası yaşam’ın akla yatkın olması ve idrak edilmesi adına somut bir adım atıldı.” dedi.
Benzer olarak Greyson da, “30 yıl öncesine göre, ölüme yakın deneyimler şu anda çok daha gelişmiş durumda.” dedi.
Bunu yanında Greyson, özellikle de daha önce sahip olmadığımız modern araç ve tekniklerle, hala bu konuda çok daha fazla yapılması gereken çalışma olduğunu, gelecekte de daha fazla tekniğin çıkacağını umduğunu belirtiyor.
“Er ya da geç, fiziğin veya psikolojinin sınırını aşan şeyler hakkında bilimsel terimlerle konuşabilecek bir yol bulacağız” – Bruce Greyson, M.D.
Greyson, sadece ÖYD’lerin yüzeyini kazıdıklarını söylüyor.
“Dini veya spritüel geçmişi olan bazı insanlar, bu deneyimlerin bize bir hediye olarak verildiğini veya doğaüstü bir nedenden kaynaklandığını söyleyeceklerdir, ve ben bunu bilimsel terimlerle henüz nasıl açıklayacağımı bilemiyorum, fakat bilim değişken, durağan değil, ve er ya da geç, fiziğin veya psikolojinin sınırını aşan şeyler hakkında bilimsel terimlerle konuşacak bir yol bulacağız, bunun için gereksinim duyduğumuz bilimsel konseptler olacaktır.” dedi.
“Gelecekte ÖYD deneyimlerinin, insanların hayatında ve kişilik gelişimlerinde ne gibi bir rol oynadığını, bunlardan inançlar, değerler ve davranışlar oluşturmayı ve bu deneyimlerden insanların nasıl faydalanabileceğini konuşabiliyor olmak bize en büyük katkıyı sağlayacaktır.” dedi.

Ölüme Yakın Deneyimler: 30 Yıllık Araştırma – (1. Bölüm) Read more http://epochtimestr.com/index.php/olume-yakin-deneyimler-30-yillik-arastirma-1-bolum-2


Düşünün ki bir gün büyükanneniz ölmek üzereyken hayata dönüyor ve size tuhaf bir hikaye anlatarak, bedeninden çıkıp cennete gittiğini söylüyor. Acaba büyükanneniz delirmiş olabilir mi? Yoksa beyni oksijen azlığından zarar mı gördü?
30 yıllık bir araştırmadan sonra, Durham, Kuzey Carolina’daki bilim adamları, aslında durumun bu olmadığını söylüyorlar. Bunun yerine, bu fenomenin, günümüz biliminin henüz anlayamadığı bir konu olduğunu ve bu durumun bize bilimin gelişebilmesi için bir fırsat verdiğini belirtiyorlar.
Ölüme Yakın Deneyimler (ÖYD) fenomeni, ilk kez 1975’te felsefe ve psikoloji konularında dereceleri olan Raymond Moody tarafından, “Ölümden Sonra Yaşam” adlı kitapta ele alınmıştı. ÖYD’ler genellikle idraka dayalı, normal ötesi ve doğa üstü deneyimleri içeriyor.

Bruce Greyson, şimdiye kadar bilim adamlarının sadece ölüme yakın deneyimlerin yüzeyini kazıdıklarını, ileriki çalışmalar için çok geniş bir araştırma alanı olduğunu söyledi. (Stephanie Lam/The Epoch Times)
ÖYD örneklerinde, kişinin düşünüş şeklinde ve algılayışında değişiklik, huzur ve sakinlik hissi, altıncı hissin meydana çıkması, kişinin hayatını ve yaptıklarının başkasına olan etkisini görebilme yeteneği, ruhun bedenden ayrılma hissi, ölmüş kişileri ve melekler gibi varlıkları görebilme ve başka bir boyuta girmiş hissi yaşandığı görülüyor.
Ölüme yakın deneyim yaşayanlar arasında, her çeşit geçmişe sahip kişiler bulunuyor. ÖYD yaşayanların yüzde 10 – 20’si, çoğunlukla ölümle burun buruna gelmiş kişilerden oluşuyor. ÖYD konusunda araştırma yapmaya yönelik ilgi ise, Moody’nin kitabının yayınlanmasından sonra artmış. Bunun üzerine, 1981 yılında,  konu hakkında derin araştırmalar yapan ve insanlar üzerindeki etkilerini araştıran ‘Uluslararası Ölüme Yakın Deneyim Çalışmaları Birlği’ kurulmuş (IANDS).
IANDS, 2 – 4 Eylül arasında, Durham, Kuzey Carolina’da organize ettiği konferansta, araştırmacılara buluşlarını açıklama fırsatı vermiş oldu.
Zedelenmiş bir Beyinle birlikte İyileşen Zihinsel İşlevler
Virgina Üniversitesi’nde M.D. (Tıp Doktoru) ve  Algısal Çalışmalar Departmanı Direktörü olan Bruce Greyson, ÖYD’lerin inanılır olduğunu, çünkü 20 senelik çalışmalarında gözlemlediği farklı birçok ÖYD yaşayanların, aynı şeyleri söylediğini belirtiyor.
Greyson, ÖYD’lerin zihin ve beynin ayrı şeyler olduğunu gösterdiğini, çünkü ÖYD yaşayanların klinik durumları sırasında, zihinsel işlevlerin iyileşmesine karşılık, iyileşen beyin işlevlerinin de beklendiğini, fakat bu araştırmada böyle bir durumun meydana gelmediğini söyledi.
The Epoch Times ile yaptığı röportajda Greyson, “Çoğu vakada, ÖYD sırasında insanların zihinsel işlevleri, hayata döndükleri andan daha iyi, düşünmeleri daha hızlı, daha net, daha mantıksal ve düşünceleri üzerinde de bir kontrole sahipler. Duyuları çok daha güçlü ve daha canlı.” dedi.
“Eğer bir kişiye, 15 sene önce meydana gelmiş bir ölüme yakın deneyimlerini sorarsanız, onu sanki dün yaşamış gibi çok net hatırlarlar. Fakat, aynı zaman diliminde yaşamış oldukları başka bir deneyimlerini sorarsanız, bu konuda hafızaları çok bulanık olacaktır.”

Eben Alexander, beyni ağır hasar gördüğünde, çok canlı olarak hatırladığı ölüme akın deneyim yaşadı. (Stephanie Lam/The Epoch Times)
“Beynin iyi işlev göstermediği sıralarda veya ani kalp durması, derin anestezi gibi hiç işlev göstermediği durumlarda yaşanan bu deneyimleri düşündüğünüzde, bu durumlarda klasik beyin bilimi, bize düşünemeyeceğimizi, algılayamayacağımızı ve anı üretemeyeceğimizi söylemesine rağmen, oluşan bu durumu beyin psikolojisiyle açıklayamıyoruz.”
Konferansta konuşmacı olarak yer alan M.D. Beyin Cerrahı Eben Alexander, ÖYD yaşayanlardan birisi. 2008’de, beynin neokorteksinde (işitme ve görmeye ait bölgede) hasar meydana getiren, akut bakteriyel menenjit geçirerek komaya girmiş ve 6 gün boyunca suni solunum cihazına bağlı kalmış.
Beyin ve omurilik sinirlerindeki sıvının glikoz oranı, normalde 60 – 80 mg/dl aralığında olması gerekirken, onunki 1 mg/dl imiş. Bu oran, 20 mg/dl’ye düştüğünde, menenjit enfeksiyonu şiddetli olarak kabul görmektedir. Komadan 4 gün sonra, Alexander konuşmaya çalışarak uyanmış ve koma öncesi anılarını hatırlamaya başlamış. Normalde bu kadar ağır hasarlı bir beyinde tamamen iyileşme görülmesi oldukça beklenmedik bir durumdur.
Her nasılsa, ÖYD sırasında, Alexander, çok canlı bir deneyim yaşayarak, ne kadar muhteşem olduklarını kelimelerle anlatamayacağı görüntüler görmüş, sesler ve kokular duymuş.
Alexander, “Şu anda beynimin oldukça iyi düzeldiğini düşünüyorum, o sıradaki beynimin yaptığı kadar, hiç birşeyi bu kadar iyi yapamayacağını düşünüyorum. Nasıl oluyor da ölmekte olan bir beyin, bu kadar güçlü, bu kadar harika bilgileri bir anda bir araya getirebiliyor?” dedi.

Bebek yürüteçleri tehlike saçıyor


Dr. Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Birinci Bebek Klinik Şefi Doç. Dr. Can Demir Karacan, ailelere, yürüteçlerin doğurduğu tehlikelerle ilgili uyarılarda bulundu.

5-15 ay arasındaki bebeklerin yarıdan fazlasında yürüteç kullanıldığını belirten Karacan, "Bebeklerin hemen hemen hepsi yürüteçten hoşlanır. Ebeveynler de sürekli ilgi isteyen bebeklerini oyalayan, böylece kendilerine boş vakit kazandıran bu aracı kurtarıcı olarak görürler" diye konuştu.

Eğlence yönünün yanında, "Yürüteçlerin bebeklerin yürümeyi öğrenmesini kolaylaştırdığı, bir çeşit yürüme antrenmanı işlevi gördüğü" kanısının yaygın olduğunu, bazı anne ve babaların da "Bu aracın bebeği güvende tutacağını" düşündüğünü anlatan Karacan, şunlara dikkati çekti: "Aslına bakılırsa bunların hiçbiri gerçekte doğru değil. Yürüteçlerin çocuk gelişimini ne şekilde etkilediğini inceleyen çeşitli çalışmalar, bunların bir çocuğun yürümeyi öğrenme zamanını etkilemediğini göstermiştir. Üstelik çalışmaların çoğu, bu araçların yürümeyi bir kaç hafta geciktirdiğini bile ortaya koymuştur. Yürüteç kullanan bebekler, önce anormal bir yürüme biçimi kazanabilirler, fakat bu durum kısa süre içinde düzelir."
-"ASIL SORUN GÜVENLİK"-
Asıl sorunun bu araçların güvenilir olmamasından kaynaklandığına işaret eden Karacan, "Yürüteçler, çok sayıda bebeğin hastane acillerine getirilmesine yol açmakta, bunların bir kısmı ne yazık ki ölümle sonuçlanmaktadır" uyarısını dile getirdi.

Karacan’ın verdiği bilgiye göre, yürüteçler şu kazalara yol açıyor: -Basamaktan/merdivenden düşme: En sık karşılaşılan sorun. Özellikle merdivenden düşme kemik kırıklarına ve ağır kafa yaralanmalarına yol açabiliyor.

-Yanma: Yürüteçteki bebekler daha yüksek yerlere erişebilir. Böylece masa örtüsünü çekerek masa üzerindeki sıcak çayı, kahveyi devirebilir, ocaktaki çaydanlığa dokunabilir, radyatörlere, şömineye ulaşabilirler.

-Boğulma: Yürüteçteki bir bebek küvete veya havuza düşebilir.

-Zehirlenme: Zehirlenmeler de yürüteçteki bir bebeğin daha yükseğe erişebilmesinden kaynaklanır.

-"ANNE VE BABALARIN GÖZÜ ÖNÜNDE OLUYOR"-
Yürüteçten kaynaklanan bebek yaralanmalarının çoğunun, anne ve babaların gözü önünde meydana geldiğini bildiren Karacan, "Yürüteçteki bir bebek saniyede 1 metreden fazla yol aldığı için en yakınındaki kişiler bile çabuk müdahale edemez, kazayı önleyemez" dedi.

Dünyada ilk başlarda yürüteç güvenliğiyle ilgili standartların sıkışmaları önlemeye dönük olduğunu, daha sonra ise düşmeleri önleyecek standartlar geliştirildiğini anlatan Karacan, 1997 yılında ABD’de yürüteçlerin ya kapıdan geçemeyecek kadar geniş ya da basamak kenarında durmayı sağlayacak fren sistemine sahip olmasını zorunlu kılan standardın yürürlüğe konduğunu söyledi.

Avrupa’da 2005’te değişen bebek yürüteci güvenlik standardının da basamak kenarı frenini zorunlu hale getirdiğini belirten Karacan, "Bununla birlikte, bu iyileştirmeler bile yürüteçlerden kaynaklanan tüm yaralanmaları önlemekten uzak.

Çünkü tekerleğe sahip oldukları için bebekler yine hızlı hareket edebilir ve daha yükseğe erişebilirler" şeklinde konuştu.

Amerikan Pediatri Akademisi’nin, uzun süredir tekerlekli yürüteçlerin üretim ve satışının yasaklanmasını önerdiğini vurgulayan Karacan, Kanada’da ise 2004’te bebek yürüteçlerinin satışı, ithalatı ve reklamının yasaklandığına dikkati çekti.

Karacan, "Aileler bebeklerinin güvenliği için yürüteçten uzak durmalıdır. Bebeklerin bakıldığı bakım merkezi veya başkasına ait evlerde de yürüteç olmadığından emin olunmalıdır. Bebek yürüteçleri yerine, yürütece benzeyen ama tekerlekleri olmayan, oturağı dönebilen, eğilebilen, yukarı aşağı hareket edebilen araçlar kullanılabilir. Bebeklerin oturup, kalkıp, emekleyip yürüyebileceği emniyetli oyun alanları da uygun bir seçim olacaktır" diye konuştu.

Öksürükten şikayetçiyseniz dikkat!..

Öksürükten şikayetçiyseniz dikkat!..Cardiff Üniversitesinden bilim adamları Avrupa genelinde 13 ülkede, 3 bini aşkın yetişkini kapsayan bir araştırma yaptı. Araştırmada balgam çıkaran hastalara doktorların genellikle antibiyotik verdikleri belirlendi. Ancak antibiyotiklerin hastaların çabuk toparlanmasını sağladıkları gözlenmedi. Araştırmanın sonuçları, Avrupa Solunum Yolları Dergisi’nde yer aldı.
Araştırmaya göre İngiltere’de doktoru görmeye giden hastaların büyük çoğunluğu akut öksürük ya da alt solunum yolları enfeksiyonundan şikayet ediyor. Doktorlar sarı ya da yeşil renkte balgam çıkarılması durumu, bakteriye işaret ettiğinden, hastaya hemen antibiyotik veriyor. Ancak beyaz ya da açık renkte balgam görüldüğü durumlarda pek antibiyotik verilmiyor.
Uzmanlara göre bir hafta boyunca antibiyotik kullananlarla kullanmayanların iyileşme oranları arasındaki fark, binde beşin altında. Bilim adamları ayrıca uyarıyorlar: Antibiyotikleri ne kadar sık kullanırsanız o kadar az fayda sağlarsınız.

Elma ve Armut Felç Riskini Azaltıyor


Sağlıklı bir yaşam sürmek insanlar için önemli. Hele ki yaş ilerledikçe sağlık sorunlarının artması ile sağlığımızın önemini daha da anlar oluyoruz. Yaşlılıkta çokça karşılaşılan sağlık sorunlarının başında da felç geçirme yer alıyor. Bu sefer İsviçreli bilim adamlarımız yerine Hollandalı bilim adamalırımız 10 yıllık bir araştırma sonuçunda elma ve armut gibi beyaz etli meyve tüketimi felç riskini azalttığı sonucuna ulaşmışlar.
Yaklaşık 20 bin kişinin beslenme alışkanlıkları ve sağlık durumlarını 10 yıl boyunca gözlemleyen uzmanlar, günlük beyaz etli meyve ve sebze tüketiminde yapılacak 25 gramlık bir artışın, felç riskini yüzde 9 aşağıya çektiğini keşfetti.
Araştırmaya katılanların yediği meyve ve sebzeleri de sınıflandıran uzmanlar, katılımcıların yarısından fazlasının elma ve armudu sıklıkla tükettiğini belirledi.
Araştırmayı yürüten ekipte bulunan Wageningen Üniversitesi’nden beslenme uzmanı Linda Oude Griep, elma ve armudun yüksek miktarda lif ihtiva ettiğinin bilindiğini, ancak beyaz etli meyve ve sebzelerin içeriğindeki önemli besleyici maddeleri ortaya çıkarmak için daha fazla araştırmayapılması gerektiğini kaydetti.
Öte yandan uzmanlar, beyaz etli meyve ve sebze tüketiminin yararlarına dair bu bilgilerin, insanları diğer renkteki meyve ve sebzeleri yemekten alıkoymaması gerektiğini ifade etti.
Araştırmacılar, sağlıklı ve dengeli beslenmenin, doymuş yağ ve tuz kullanımını azaltmanın, düzenli sporun ve tansiyonu kontrol atında tutmanın felç riskini azaltmada etkili faktörler olduğunu vurguladı.

Çok çalışan az memnun


Ankara’da 112 acil sağlık hizmetleri çalışanları arasında yapılan bir anket çalışmasında, 10 yıl ve üzeri çalışanların memnuniyet düzeylerinin düşük olduğu görüldü. Evli olanların bekârlara göre, eşi çalışmayanların eşi çalışanlara göre daha memnun oldukları tespit edildi.
“Ankara 112 Acil Sağlık Hizmeti Çalışanlarının Çalışma Koşulları ve İş Memnuniyetinin Değerlendirilmesi” başlıklı çalışma Gazi Tıp Dergisi’nin Mart 2011 tarihli sayısında yayımlandı. Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Ana Bilim Dalından Dr. Senem Güneri, Doç. Dr. Mustafa İlhan ve Dr. Emine Avcı tarafından yapılan araştırma, Ankara il merkezindeki, il ambulans servisi başhekimliği, KKM (Komuta Kontrol Merkezi), şube, şehir merkezindeki ve ilçelerdeki 112 acil sağlık hizmetleri istasyonlarında çalışan doktor, hemşire, sağlık memuru, ebe, paramedik, acil tıp teknisyeni, şoför ve memurların çalışma koşulları ve iş memnuniyetlerini değerlendirmeyi hedefledi.
2009 yılı ikinci yarısında yapılan araştırmaya, 510 kişi katıldı. İncelenenlerin yüzde 57’si kadın, yüzde 64’ü evli iken, yüzde 57’sinin eşinin çalıştığı, yüzde 45’inin çocuğu olmadığı belirlendi. Ankete katılanların yüzde 96’sı bin TL’nin üzerinde geliri olduğunu, yüzde 33’ü evde bakıma muhtaç yakını olduğunu söyledi.
Araştırmaya katılanların yüzde 37’sini diğer sağlık personeli oluştururken, yüzde 8’ini doktorlar, yüzde 17’sini paramedikler meydana getirdi. Yüzde 61’i istasyonda çalıştığını, yüzde 51’i şu anki çalışılan yerdeki çalışma süresini 1-3 yıl, yüzde 62’si haftalık ortalama çalışma süresini 45-49 saat olarak ifade etti.
Araştırmaya katılanların yüzde 33’ü iş kazası ya da meslek hastalığı geçirdiğini, yüzde 67’si geçirmediğini, yüzde 6’sı ise bu kaza ya da hastalığa bağlı iş görmezlik raporu aldığını dile getirdi.

Paramedikler iş arkadaşlarından memnun
Anket sonuçlarına göre, işin kendisinden en çok memnun olan grup, istasyonda çalışanlar olurken; en az memnun olan grup ise 10 yıl üzeri çalışanlar olarak belirlendi. İş arkadaşlarıyla ilgili memnuniyet derecesi en yüksek olan grup paramedikler iken, en az memnun olanlar şube çalışanları oldu.
Amir ve idari ilişkilerde en memnun grup memur ve şoförler; en az memnun grup iş ya da meslek hastalığına bağlı iş görmezlik raporu alan grup olarak bulundu.
Mesleki eğitimde en memnun grubun istasyonda çalışanlar, en az memnun olan grubun da memur ve şoförler olduğu görüldü.
İşin ekonomik ve kültürel boyutunda en memnun grup acil tıp teknisyenleri ve evli olanlar, en az memnun olan grup 10 yıl üzeri çalışanlar oldu. İşin sosyal boyutunda ise en memnun grubun bin TL üzeri geliri olanlar, en az memnun olan grubun kaza veya hastalığa bağlı iş görmezlik raporu alanlar olduğu belirlendi.

Çözüm üretilmeli
Araştırmada, acil sağlık hizmetleri çalışanlarının çalışma koşullarının izlenip iş memnuniyetini düşüren etmenlerin belirlenmesi ve bunların giderilmeye çalışılmasının yararlı olacağı kaydedildi. Araştırmanın sonuç bölümünde şunlar dile getirildi:
“Fazla çalışma, fiziksel ortamların kötü olması sosyal olanakların kısıtlı olması, gibi kolaylıkla düzenlenebilecek konular yönetime aktarılıp çözüm üretilmeye çalışılmalıdır. Bunun yanında, ülke genelinde 112 acil sağlık hizmetleri çalışanlarının çalışma koşullarını iyileştirmeye yönelik ulusal düzeyde geniş katılımlı çalışmalar yapılabilir, elde edilen sonuçlara göre de ilgili mevzuatta düzenlemeler yapılabilir.”

Göçmenler, Alman medyasını daha çok takip ediyor

Alman devlet televizyonları ARD ve ZDF'nin yaptırdığı ve 3 bin 300 göçmenin katıldığı araştırmaya göre başta Türkler olmak üzere göçmenler Almanya'da medyatik olarak da paralel toplum oluşturmuyor. Araştırmaya göre göçmenlerin yüzde 76'sı Alman medyasını, Almanya'daki gelişmeleri düzenli olarak takip ediyor.    Alman devlet televizyonları ARD ve ZDF, başta Türkler olmak üzere Almanya'daki göçmenlerin medya tercihlerini, "Medya ve Göçmenler 2011"araştırmasıyla mercek altına aldı. Araştırmanın sonuçları göçmenlerin Alman medyasını takip etmeyip Almanya'dan yeterince haberdar olmadıkları, kendileri burada ancak akılları tamamen Türkiye'de olduğu iddialarını çürütür nitelikte.    Buna göre göçmenlerin çoğunluğu öncelikle Alman medyasını takip etmeyi tercih ediyor. Rakamlara göre göçmen kökenlilerin yüzde 76 gibi büyük bir kısmı düzenli olarak Alman televizyon programlarını takip ediyor. Yüzde 60'ı Alan radyolarını dinlerken, yüzde 53'ü internetten Alman medyasını takip ediyor. Göçmenlerin çok az bir kısmı ise sadece anavatanlarından yayınlanan televizyon, radyo ve internet sitelerini takip ediyor. Sadece anavatan medyasını takip edenlerin oranı ise yüzde 13 gibi bir azınlığı oluşturuyor.    Söz konusu sonuçları ortaya koyan, "Göçmenler ve Medya 2011" araştırması devlet televizyonu WDR'nin Köln'deki merkezinde tanıtıldı. Burada konuşan ARD televizyonu yönetim kurulu başkanı Monika Piel, "Almanya'da göçmenlerin medya alanında bir paralel toplum oluşturduğundan bahsetmek mümkün değil. Özellikle gençler, ağırlıklı olarak Alman medyasını kullanıyor, tüketiyorlar. Medya kullanımında göçmen gençlerin, anne babaları ve büyük ebeveynlerinden ise Alman yaşıtlarıyla daha fazla ortak noktaları var. Bu, entegrasyon tartışmalarında rol oynayacak önemli bir bilgidir" dedi.     Söz konusu araştırma 2007 yılından beri ikinci kez yapıldı. TNS EMNID'in Almanya çapında, göçmen kökenli 3 bin 300 kişiye sorular yönelterek yaptığı anket araştırmasına katılan göçmenlerin arasında ise Türkiye, eski Sovyetler Birliği ülkeleri kökenliler, Polonya, İtalya, Yunanistan, eski Yugoslavya ülkeleri kökenli göçmenler katıldı. Araştırmanın, başta Türkler olmak üzere Almanya'da yaşayan göçmenlerin yüzde 59'unun tutumunu yansıttığı bildirildi.     Araştırmanın tanıtım toplantısında konuşan ZDF yöneticisi Markus Schächter ise, "Almanya'daki kamu televizyonları, ülkede yaşayan göçmenlerin gözünde önemli bir yer edinmiştir. Özellikle kamu haklarını gözettikleri, güvenilir ve inanılır bilgi verdikleri için. Göçmenler için ARD ve ZDF televizyonlarının programları artık vazgeçilmez olmuştur" dedi. ARD/ZDF Komisyonu'nun başkan yardımcısı Helmut Reitze ise, "Araştırma, ARD'nin, göçmen gerçeğinin programlara yansıtılması stratejisinin doğru olduğunu, başarılı olduğunu göstermiştir" dedi.     Bu arada araştırmanın sonuçları, 2007 yılında yapılan ilk araştırma sonuçlarıyla da karşılaştırıldı. Buna göre Almanca yayın yapan medyanın takibi 2007 yılına göre arttı. En büyük artış internet medyasının takibinde oldu.     Araştırma, göçmenlerin Alman dilini anlamasının da 2007 yılına göre daha iyi noktaya geldiğini ortaya koydu. Buna göre göçmenlerin yüzde 80'i Alman dilini iyi derecede anlıyor. Bu oran 2007'de yüzde 76 idi. Araştırmaya göre göçmenlerin yüzde 45'i anadillerindeki televizyon programlarını, yüzde 22'si internet sitelerini düzenli olarak takip ediyor.

Anne olmak isterken genetik bir keşfin kapısını araladı

Hacettepe Üniversitesi Çocuk Sağlığı Enstitüsü, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı Metabolizma Ünitesi araştırıcıları Doç. Dr. Köksal Özgül ve Dr. Didem Yücel Yılmaz, tek hasta bireyden yola çıkarak, körlüğe neden olan yeni bir gen buldu.
Doç. Dr. Özgül, AA muhabirine yaptığı açıklamada, tek bireyden yola çıkarak, ailesinde kalıtsal retinitis pigmentosa (körlükle sonuçlanan bir kalıtsal retina dejenerasyonu) yani halk arasında bilinen adıyla ''tavuk karası-gece körlüğü'' hastalığına neden olan yeni bir gen keşfettiklerini bildirdi.
Özgül, dünyada yaklaşık 1,5 milyon kişinin bu hastalıktan etkilendiğini belirterek, bundan sonraki süreçte tedavi için önemli bir umut ışığı doğduğunu söyledi.
Hastalığın genetik geçiş gösterdiğine, farklı formları olduğuna, ilerleyen evrede körlükle sonuçlandığına dikkati çeken Özgül, bugüne kadar hastalığın seyrinin yavaşlatılmasının olanaksız olduğunu ve son evrede görme yetisinin tamamen kaybedildiğini kaydetti.
Pek çok farklı genin bu hastalığa neden olduğunun tespit edildiğini fakat hastaların yüzde 60'a yakınında hastalığın genetik nedenlerinin bilinmediğini bildiren Özgül, şöyle konuştu:
''Hacettepe Üniversitesi Metabolizma Araştırma Laboratuvarı'nda yürüttüğümüz çalışmaların sonuna doğru İstanbul'da yaşayan bir çift bize ulaştı. Eşlerden biri retinitis pigmentosa hastasıydı. Görme yetisinde kayıplar yaşayan hasta dünyaya bir çocuk getirmek, anne olmak istiyordu ancak doğacak çocuğun da aynı hastalığa yakalanmasından korkuyordu. Uzun süre internetten, hastanelerden bu konuyla ilgili bilgi almaya çalışan, araştırma yapan çift, bu konuda çalışmalar yürüttüğümüzü öğrenerek bizi buldu ve yardımcı olmamızı istedi. Çiftten kan alınarak DNA örnekleri analiz edildi. Araştırmalarımız sonucunda bu hastada retinitis pigmentosa hastalarında daha önce tanımlanmamış ve gözün retinasında bulunan görme fonksiyonunu sağlayan yeni bir gende mutasyon (hastalık nedeni olan kalıtsal değişiklik) tespit ettik.''
Türk hastada yapılan araştırma ve analizler sonucunda aday gösterilen genin tanımlanması ve hastalık nedeni olan mutasyonun belirlenmesinin ardından Radboud Üniversitesi ve Avrupa Retina Hastalıkları Konsorsiyumu'yla iş birliği yaptıklarını ifade eden Özgül, ''Amerika, Hollanda ve İsrail gibi ülkelerdeki tavuk karası-gece körlüğü hastalarının gen yapıları araştırıldı. Bu hastaların bir kısmında yine aynı gende mutasyonlar oluştuğu, bunun da bizim buluşumuzu doğruladığı kanıtlandı. Böylece genin tanımlanmasıyla birlikte körlüğün engellenmesi ve tedavisi için yeni bir umut ışığı doğdu. Bu gen sayesinde, hastalığı taşıyan hastalarda doğum öncesi tanı koymak ve tedavi metotlarını araştırmak mümkün olacak'' dedi.
Yurt dışında çalışma sonuçlarının aynı gün hasta derneklerince hastalara bildirildiğini belirten Özgül, buluşlarının The American Journal Of Human Genetics Dergisi'nce özgün bir çalışma olarak yayınlandığını söyledi.
Özgül, Hacettepe Üniversitesi Bilimsel Araştırmalar Birimi'nce desteklenen çalışmanın gerçekleştirildiği metabolizma araştırma laboratuvarının altyapısının Devlet Planlama Teşkilatınca kurulduğuna işaret ederek, yurt dışında birçok olanak olmasına karşın Türkiye'de de böyle araştırmaların yapılabileceğini, yeterli altyapı ve beyin gücüne sahip olunduğunu belirtti.
-EN BÜYÜK ÖDÜL, ANNE ADAYININ MUTLULUĞU-
Dr. Didem Yücel Yılmaz da çalışmaları süresince sayısız gen yapısı incelediklerini, bulunan geni taşıyan hastanın ise çalışmaların bitmesine yakın kendilerine ulaştığını kaydetti.
Yücel, insan vücudunda yaklaşık 30 bin gen olduğunu, bugüne kadar yürütülen ''insan genom projesi'' (insanın genetik kimlik kartı) çalışmalarıyla bu genlerin tamamına yakınının şifresinin çözüldüğünü belirterek, şöyle konuştu:
''Hangi genlerin ne gibi fonksiyonları yerine getirdiği şu an tam olarak bilinemiyor. Hastalıklarla genlerin ilişkisini kurduğunuzda hastalığı yenebilecek veriler de elde etmiş oluyorsunuz. Bu süreçte onlarca hasta inceledim fakat onların hastalıklarına neden olan genlerin bilinen genler olduğu ortaya çıktı. Bu süreçte bir kadının en doğal hakkı, tatmak isteyeceği en özel duyguyu, annelik duygusunu yaşama, bir evlat sahibi olma isteğiyle başvuran hastamız özveri gerektiren çalışma sürecinde daha da şevkle çalışma isteği verdi bize. Ona hastalığının sebebini bulduğumuzu, eşinin gen taramasında benzer bir duruma rastlamadığımızı, bu sonuçlar doğrultusunda doğacak çocukta hastalık görülme ihtimali olmadığını anlattığımızda sevinci görülmeye değerdi. 2 yıllık yoğun çalışmamızın en büyük takdiri ve ödülü, hastalara tedavi adına yeni bir ışık doğmasının yanı sıra o anne adayının mutluluğu oldu.''

Çocuklar en çok maaşı merak ediyor

Çocuklar en çok maaşı merak ediyorRenkli Ufuklar Projesi kapsamında yapılan araştırma, çocukların merak ettikleri konularla ilgili bilgi veriyor
Visa'nın çocuklara kariyer bilinci aşılamak amacıyla 23 bankayı da yanına alarak TEGV ile yürüttüğü Renkli Ufuklar Projesi'nde ilk araştırma sonuçlarını verdi. Bura göre çocukların bir meslekle ilgili en çok merak ettikleri bilgi 'ne kadar maaş alındığı' Meslek seçimi ve bunu kişisel yeteneklere göre belirlemek iş dünyasının en önemli konularından olan olan 'yeteneğe göre iş' sorununun temelini oluşturuyor. Problemin kaynağına inmek gerektiği fikriyle yola çıkan Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı, çocukların meslekler konusundaki farkındalığını artırmak üzere bir program yürütüyor. 2007'den bu yana yürütülen 'Renkli Ufuklar' projesinin özel sektördeki destekçisi Visa Türkiye ve işbirliği içinde olduğu 23 banka. Bankaların sektörel bir sosyal girişimi olarak kabul edilen 'Renkli Ufuklar' kapsamında bugüne kadar Türkiye'nin 63 farklı yerinde 62 bin çocuğa ulaşılmış. Çocukların kişisel özelliklerini keşfetmeleri, eğitim ve kariyer fırsatları hakkında bilinçlenmeleri, kariyer seçimiyle ilgili beceri edinmeleri için birçok etkinlik düzenleyen TEGV, bu kapsamda "11 il 11 meslek", "Bir meslek bir konuk", "Kariyer gezisi" başlıkları altında eğitimlerini yürütüyor.

'Ne işe yarar?' Proje kapsamında Infakto Research tarafından eğitimler öncesi ve sonrasında çocukların meslekler hakkındaki düşüncelerini ortaya koyan araştırmanın ilginç sonuçları var. Araştırma, programa katılan 400 çocuk ve onlarla aynı özelliklerde ancak programa katılmamış çocuklarla gerçekleştirilmiş. Programa katılmamış çocuklar ilk kez duydukları bir meslek hakkında ilk olarak 'nerede çalışılıyor'( yüzde 47) ve 'ne kadar maaş alınıyor' (yüzde 37) sorularını yöneltiyorlar. Programa katılan çocuklar ise ilk kez duydukları bir meslek hakkında mesleğin özellikleri, ne işe yaradığı (yüzde 38) ve meslekten memnun kalınıp kalınmadığını sorguluyor. TEGV Genel Müdürü Nurdan Şahin'in yorumu şöyle: "16 haftalık programa katılan çocukların mesleklerin farklı boyutları hakkındaki bilgi düzeyinin arttığını, aynı zamanda mesleklerle ilgili daha gerçekçi bir bakış açısına sahip oldukları ortaya çıktı. Bu bizim hedeflediğimiz bir sonuçtu."

İktidarsızlık için sigarayı bırakın yeter

İktidarsızlık için sigarayı bırakın yeter

Sigaranın zararları saymakla bitmiyor. Sigarayı bırakmanın ve sigarasız bir yaşamın da yararları. Son yapılan bilimsel bir araştırmaya göre sigara erkeklerin cinsel yaşantısını önemli ölçüde etkiliyor.

Sigarayı bırakan erkeklerde iktidarsızlık problemi ortadan kalkıyor ve cinsel performans artıyor.
Araştırma cinsel problemi olan 65 erkek sigara kullanıcısı üzerinde yapıldı. Bir sigarayı bırakma programına tabii tutulan erkekler izlendi ve ereksiyon testleri yapıldı. Testlerde sigarayı bırakmadan önce, program süresince ve sigarayı bıraktıktan sonraki performansları ölçüldü.
Program süresince erkeklerin yüzde 31'i sigarayı bırakmayı başardı. Sigarayı bırakan erkeklerde nikotin vücuttan atıldıktan sonra cinsel performanslarının arttığı, sertleşme sorununun ortadan kalktığı ve daha uzun süre ereksiyon oldukları gözlendi.

Erken Kalkmak İnsanı Mutlu Ediyor


Araştırmalar erken kalkanların, diğer insanlara göre daha mutlu ve fiziki olarak da daha ince bir vücuda sahip olduğunu gösteriyor. Uyku alışkanlıkları içinde ise en kötü durumda olanlar gece kuşları. Gece geç saatte yatanlar hem sağlıklarından hem de mutluluklarından çalıyor. Roehampton Üniversitesi araştırmacıları 1100 kadın ve erkek üzerinde sağlıkları ve uyku alışkanlıkları üzerine araştırma yaptı.
Araştırmaya katılanların yüzde 13′ü sabah 7′den önce kalktıklarını ve daha fazla uykuya ihtiyaç duymadıklarını söyledi. Gece kuşları olarak nitelendirilen ve araştırmaya katılanların yüzde 6′sını oluşturanlar ise hafta içi 9′dan erken uyandıklarını ama hafta sonu geç yatıp geç saatte kalktıklarını belirtti.

DEPRESYON VE ANKSİYETE İLE İLİŞKİLİ

Hürriyet’te de yer alan habere göre, geriye kalanların yüzde 81′i ise bu iki tipin arasında kalıyor. Araştırma sonucuna göre erken kalkanlarda depresyon ve anksiyete daha az görülüyor, ayrıca kahvaltılarını da daha düzenli olarak yapıyorlar. Bu durum da zayıflıklarıyla ilişkilendiriliyor.
Araştırmacılardan Dr. Jörge Huber bu sonuçların ufak etkilere sahip olduğunu ve gece kuşu olmanın da avantajları olduğunu söylüyor ancak bunların yine de önemli istatistikler olduğu belirtiliyor.
Huber’e göre; “Gece geç yatıp zor kalkan insanlar kesinlikle mutsuz olacak diye bir şey yok ama bu insanların diğer insanlarla bir farkı olduğu kesin.

Göz kapakları, kalp krizinin habercisi

Yeni bir araştırma, göz kapaklarında tıbbi adı ‘ksantelazma’ olan kabarık sarı lekeler bulunan hastaların kalp krizi geçirme olasılığının yüzde 48 daha fazla olduğunu gösterdi.

Danimarka'daki araştırmacılara göre, genelde kolesterolden oluşan göz kapağı üzerindeki kabarık sarı lekeler, kalp krizi ve diğer hastalıklara yakalanma riskinin yüksek olduğu anlamına geliyor.

Çoğunlukla kolestrolden oluşan ksantelazmanın, vücutta başka yağ birikiminin de göstergesi olabileceği belirtiliyor. Kalp doktorları bulguların kalp krizi riski taşıyan hastaların belirlenmesine yardımcı olabileceğini kaydediyor.

Danimarka'nın Herlev Hastanesi’ndeki araştırma ekibi 1970'lerde 12.745 hastayı izlemeye başlamıştı. Araştırmanın başlangıcında hastaların yüzde 4.4'ünde ksantelazma bulunuyordu.

GÖZLERDEKİ SARI ALARM

33 yıl sonra hastalardan 1872'si kalp krizi geçirdi, 3699'u kalp hastası oldu, 8507'si de öldü. Ksantelazmanın kalp krizi riskini arttırdığı, işte bu verilerin değerlendirilmesiyle ortaya çıktı. Ksantelazma yağ birikimine işaret ettiği için felce ve kalp krizine yol açabilecek damar tıkanıklığı riskinin yüksek olduğunu gösteriyor.

Araştırmacılar bu hastaların yaşam tarzlarını değiştirmeleri ve kolestrolü azaltmaya yönelik tedavi görmeleri gerektiğini belirtiyor.

Şizofreni ve sara hastalıkları arasında bağ var

Yeni yayımlanan bir bilimsel araştırmadaşizofreni ile sara hastalıkları arasında çift taraflı bir bağ bulunduğu iddia edildi.
Tayvanlı bilim adamlarının yürüttüğü araştırma sonuçlarına göre şizofreni hastalarının sara belirtilileri gösterme oranı, sağlıklı kişilere göre altı kata daha fazla.Öte yandan, erkek sara hastalarında şizofreni oranının kadınlara göre daha yüksek olduğu tespit edildi.
Araştırma ekibinde yer alan Tayvan'daki Çin Tıp Bilimleri Üniversitesi'nden Doktor I-Ching Chou bulguların iki hastalık arasında çift yönlü bir ilişki olduğunu ortaya koyduğunu belirtti.
Doktor Chou, bu ilişkinin sebeplerinin iki hastalığı da tetikleyen ortak genetik ve çevresel faktörler olabileceğini söyledi.

9 yıllık araştırma

Epilpsia (Sara) isimli akademik yaygın organında yayımlanan makalenin sonuçları 1999 ile 2008 yılları arasında on altı bin şizofreni ve sara hastası üzerinde yapılan incelemelere dayanıyor.
Araştırma kapsamında söz konusu hastalardan 5195'unda şizofreni, 11527'sinde ise sara belirtileri gözlenmiş.
Daha sonra bu hastalar, aynı yaş ve cinsiyetteki sağlıklı kişilerle karşılaştırılmış.
Sonuçlar, sağlıklı kişiler arasında binde 1,19 olan sara oranının, şizofreni hastaları arasında 6,99'a yükseldiğini ortaya koymuş.
1000 sağlıklı kişide 0,46 olan şizofreni oranı, sara hastaları arasında ise binde 3,53 olarak tespit edilmiş.
Daha önce bu konuda yapılan çalışmalarda sara hastalığı ile ruhsal denge bozuklukları arasında ilişki bulunduğu tespit edilmişti.
Ancak ilk kez bu araştırmayla şizofreni ve sara arasında çift yönlü bir ilişki olduğu iddia edildi.

Kriz, çocuğa şiddeti artırdı

Pediatrics dergisinde yayımlanan bir araştırmaya göre, ABD'nin Kentucky, Ohio, Pennsylvania ve Washington eyaletlerindeki hastanelerden elde edilen veriler, ülke ekonomisi bozuldukça hastanelere gelen çocuk sayısında artış yaşandığını ortaya koydu. 

Araştırma, 2004-2009 yılları arasında yaş ortalaması 9 ay olan 422 çocuğun ''şiddete bağlı kafa travması'' sonrasında hastaneye getirildiğini, bu çocukların çoğunun yoğun bakım ünitesine alındığını ve yüzde 16'sının yaşamını yitirdiğini gösterdi. 

Uzmanlar, araştırmanın başladığı tarihten ABD'de ekonomik krizin patlak verdiği 2007 yılına kadar geçen süre içerisinde, hastanelere ''şiddete bağlı kafa travması'' şikayetiyle gelen çocuk sayısının yılda 100 binde 8,9 olduğunu belirtirken, söz konusu rakamın ekonomik krizin ardından yılda 100 binde 14,7'ye yükseldiğini kaydetti. 

Araştırma ekibinde yer alan Pittsburgh Çocuk Hastanesi'nden Dr. Rachel P. Berger, özellikle 2008 yılında çalıştığı hastaneye getirilen kafa travması geçirmiş çocuk sayısının bir önceki yıl gelen 17 vakadan 37'ye sıçradığını belirtti. 

Araştırmacılar, şiddet vakalarının nedenleri tam olarak bilinmese de, vakalarda adı geçen kişilerin genellikle çocukların babaları ya da erkek bakıcıları olduğunu ifade etti. 

Uzmanlar, küçük yaştaki çocukların bitmek bilmeyen ağlamaları nedeniyle şiddet görmüş olabileceklerini de belirtti.

En çok görülen ruhsal bozukluk depresyon

Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Klinik Şefi ve Başhekim Yardımcısı Doç Dr. Nesrin Dilbaz, Ulusal Ruh Sağlığı ve Eylem Planı’nda Türkiye’de ruhsal hastalıkların görülme sıklığının yaklaşık yüzde 20’lerde olduğunu söyledi HALİL MEMİŞ - İSTANBUL
KKTC’nin Girne şehrinde düzenlenen 6. Ulusal Anksiyete Kongresinde yapılan basın toplantısı kapsamında Kongre Başkanı ve Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Klinik Şefi ve Başhekim Yardımcısı Doç Dr. Nesrin Dilbaz, Ulusal Ruh Sağlığı ve Eylem Planı’nda Türkiye’de ruhsal hastalıkların görülme sıklığının yaklaşık yüzde 20’lerde olduğunu söyledi.   Ruhsal hastalıklar içerisinde anksiyete bozuklukları ve depresyonun, görülme oranının en yüksek olan hastalıklar olduğunu belirten Dilbaz, “DSÖ’ye göre 2000 yılındaki veriler ışığında yeti kaybına yol açan hastalıklar arasında 4. sırada iken 2020 yılında iskemik kalp hastalıklarının ardından ikinci sıraya yükselecektir” dedi. Dilbaz, anksiyete bozuklukları, depresyon ve diğer tıbbi hastalıkların birlikte görülmesinin her 3 hastalığın prognozunu daha kötüleştirdiğini ve intihar riskinin artmasına yol açabildiğini belirtti. “Tıbbi hastalığı olmayan insanlarda depresyon kalp hastalıklarından ölüm riskini yaklaşık yaklaşık 70 artırmaktadır. Akut koroner hastalığı olanlarda ise kalpten ölüm riski 2.5-3.5 misli artırmaktadır. Bu da depresyon ve anksiyete bozukluklarının doğru tanınması ve tedavi edilmesi konusunun sadece o hastalıklara özgü belirtiler açısından değil, riski artırabileceği diğer tıbbi hastalıklar ve onlara bağlı ölüm riski açısından önem kazanmaktadır” dedi. 
Çocukluk çağı travmaları etkili
Doç. Dr. Nesrin Dilbaz, Türkiye’de çocuk istismarı konusunda yapılan araştırmaların gözden geçirildiği bir çalışmada duygusal istismarın yüzde 78 gibi yüksek bir oran ile ilk sırada geldiğinin tespit edildiğini ifade ederek, “Duygusal istismar tek başına görülebildiği gibi fiziksel ve cinsel istismarla birlikte de görülebilmektedir. Fiziksel ihmal veya istismar vakalarının yüzde 90’ında duygusal ihmal veya istismarın olduğu da saptanmıştır” dedi. Doç. Dr. Dilbaz, “Türkiye’de çocuk istismarı konusunda yapılan araştırmaların gözden geçirildiği diğer bir çalışmada ise duygusal istismarın yüzde 78 gibi yüksek bir oran ile ilk sırada geldiği tespit edilmiştir. Duygusal istismar tek başına görülebildiği gibi fiziksel ve cinsel istismarla birlikte de görülebilmektedir. Fiziksel ihmal veya istismar vakalarının yüzde 90’ında duygusal ihmal veya istismarın olduğu da saptanmıştır. Tüm bu veriler, sağlık çalışanlarının ve toplumun farkındalığının artırılmasının istismarın önlenmesi ve erken tanılanması için önemli olduğunu göstermektedir. Depresyon ve kaygı bozukluklarının en önemli nedenleri arasında çocukluk çağı travmaları ve ihmali olduğu göz önüne alındığında bu konunun önemi daha da ortaya çıkmaktadır” dedi

Tansiyonun genetik şifresi çözülüyor

Tansiyonun genetik şifresi çözülüyor
Uluslararası bir araştırma ekibi, insan geninde kan basıncıyla ilişkili 20'den fazla yeni bölüm belirledi.
Sonuçları, Nature ve Nature Genetics dergilerinde yayımlanan araştırmalara göre, hemen hemen her insan bu genetik varyantlardan en az birini taşıyor. Araştırma bulgularının, yeni tedaviler geliştirilmesinde yararlı olacağı belirtiliyor. 

İlk çalışma kapsamında 24 ülkeden bilim insanları, 200 binden fazla kişinin verilerini inceledi ve gen haritasında kan basıncıyla ilişkili 16 yeni bölüm saptadı. Nature Genetics'de yayımlanan ikinci araştırmada da 6 yeni genetik dizi belirlendi. 

İngiliz kalp hastalıkları vakfı "British Heart Foundation" uzmanları ise sağlıklı kan basıncı için yaşam biçiminin en belirleyici etken olduğunu kaydediyor. 

Vakfın tıbbi direktörü Prof. Peter Weissberg, dünyanın her yerinden araştırmacıların, kan basıncını kontrol eden bazı genleri bulduklarını ve bu verilerin gelecekte yeni tedavilerin yolunu açabileceğini söyledi. Weissberg, genlerin "bulmacanın sadece bir parçası" olduğunu vurgulayarak, yüksek tansiyonu önlemek için yaşam biçimine dikkat edilmesi gerektiğinin altını çizdi. 

Yüksek tansiyonun (hipertansiyon), kalıtımsal olduğu kadar obezite, egzersiz ve tuz tüketimiyle de bağlantılı olduğu biliniyor. Yaşam biçiminin tansiyon üzerindeki etkileri bilinmekle birlikte, hipertansiyonun genetik kökenleri hakkında çok az veriye ulaşılmıştı. 

Araştırmacılar, son çalışmalar ile kan basıncını etkileyen genlerin ancak yüzde 1'i belirlenmiş olsa da bu bulgularla genlerin tansiyon üzerindeki rolünün anlaşılmasında "önemli aşama" kaydedildiğini belirtiyor.

Sigara bakın nasıl tehdit ediyor!

Sigara bakın nasıl tehdit ediyor!Sigara kullanımı, hipertansiyon ve kolesterol yüksekliğinin yaşamı tehdit ettiği belirtildi.

Yurt dışında yapılan araştırmaya göre, ortalama yaşam süresi sigara içenlerde 6 yıl, tansiyonu yüksek olanlarda 3,5 yıl ve kolesterol düzeyi yüksek kişilerde ise 1 yıl kısalıyor.

Hacettepe Üniversitesi (HÜ) Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nazmi Bilir, AA muhabirine yaptığı açıklamada, İngiltere'nin Whitehall şehrinde yapılan çalışmada 20 ile 64 yaşları arasında 18 bin kişinin 38 yıl boyunca izlenerek ara ara muayene edildiğini anlattı. Bilir, araştırmayla yaşam süresi ile temel risk faktörleri arasında ilişkilerin araştırıldığını belirtti.

Bilir, araştırma sonuçlarına göre yaşamı tehdit eden üç önemli faktör bulunduğuna dikkati çekerek, ''Bu faktörler, sigara tüketimi,hipertansiyon ve kolesterol yüksekliği olarak saptandı'' dedi.

Araştırmaya göre, ''sigara içenlerin yaşam süresinin 6 yıl, tansiyonu yüksek olanların yaşam süresinin 3,5 yıl ve kolesterol düzeyi yüksek olanların yaşam süresinin ise 1 yıl kısaldığının'' tespit edildiğini ifade eden Bilir, ''Bu faktörlerin üçü de bir kişide varsa yaşam süresi 10 yıl daha kısa olmaktadır'' diye konuştu. Bilir, bu faktörlere ek olarak şeker hastalığı, şişmanlık ve hareketsizlik halinde yaşam süresinin çok daha fazla kısaldığını söyledi. European Journal of Public Health - Avrupa Halk Sağlığı Dergisi'nde yayınlanmış olabilir).

Avrupa Halk Sağlığı Dergisi'nde (European Journal of Public Health) yayımlanan sonuçlara göresigara içmemek, uygun diyetle kolesterol düzeyini normal sınırlarda tutmak ve hipertansiyonu uygun şekilde tedavi ettirmekle, daha uzun bir yaşama sahip olabilmenin mümkün olduğunu dile getiren Bilir, ''Yapılan araştırma, sigaradan uzak durulması ve hipertansiyon ile kolesterolün tedavi edilerek kontrol altına alınmasıyla bir kişinin 10 yıl daha uzun yaşayabileceğini ortaya koymuştur'' dedi.

''16 MİLYON KİŞİ SİGARA KULLANIYOR''
Bilir, Türkiye'de ortalama yaşam süresinin erkeklerde 69 kadınlarda 73 yıl olduğunu belirterek, ''Bu değerler doğumda beklenen yaşam süreleridir. Örneğin, 40-45 yaşına ulaşmış bir kişi için bu yaştan itibaren beklenen yaşam süresi 35-40 yıl kadar olmalı. Yani bu kişilerin 80'li yaşlara kadar yaşayacağı beklenir'' dedi.

Türkiye'de 4 milyon dolayında diyabetli ve 7-8 milyon dolayında hipertansiyonu bulunan kişi oluğunu ifade eden Bilir, obezitenin kadınlarda daha çok olmak üzere yetişkin yaş grubunda 20 milyon dolayında olduğunu söyledi.

Bilir, sigara kullanan kişi sayısının 2008 Küresel Yetişkin Tütün Araştırma sonucuna göre 16 milyon olduğunu dile getirerek, bu sayının ''Dumansız Hava Sahası'' ile birlikte azalarak 15 milyonun altına inmiş olduğunun öngörüldüğünü sözlerine ekledi.

Türk bilimadamının müthiş buluşu

Harvard Tıp Fakültesinde öğretim görevlisi olan Umut Özcan, diyabetin gelişimine yol açtığına inanılan mekanizmaları alt üst edecek bir buluşa imza attı. Özcan, obezitede artan iltihabın diyabete neden olmadığını gösterdi.

Harvard Üniversitesinde tıp fakültesi öğrencisiyken yaptığı çalışmalarda diyabetin gelişiminde rol oynayan merkezi bir mekanizmayı bulan ve 29 yaşında fakültenin en genç öğretim görevlisi olmayı başaran Umut Özcan, kendi araştırma grubu ve laboratuvarını kurarak çalışmalarına başladı. Halen Harvard Tıp Fakültesi Çocuk Hastanesi Endokrinoloji bölümünde 10 kişilik bir araştırma ekibini yöneten ve dersler veren Özcan, yeni bir buluşa imza attı.

Nature Medicine'de yayınlandı

Dünyanın en saygın bilim dergilerinden Nature Medicine'de son 1,5 yılda 3'üncü makalesi yayımlanan Özcan, obezitenin dünyada çok hızlı bir şekilde yükselmesiyle Tip 2 diyabet, hipertansiyon ve kalp damar hastalıklarında çok ciddi artışlar meydana geldiğini dile getirerek, obezite ve obeziteye bağlı olarak gelişen hastalıkların da insan sağlığını tehdit eden hastalıkların başında yer aldığını vurguladı.

Özcan, "obezitede vücutta artan iltihabın insülin direnci ve Tip 2 diyabete yol açtığı" yönündeki hipotezin, son 15 yıldır birçok diyabet bilim adamı tarafından savunulduğunu vediyabet alanında kabul gördüğünü ifade ederek, yaptıkları son çalışmayla 15 yıllık bu dogmayı yıkacak bir buluşa imza attıklarını söyledi.

Bu konudaki çalışmalarının Nature Medicine'de 4 Eylül 2011 tarihinde yayımlandığını kaydeden Özcan, şunları anlattı:

"Yaptığımız çalışma; 'P38 MAPK' adı verilen, vücutta iltihabın hücre içerisinde etkisini göstermesi için gerekli ve çok önemli olan bir proteinin, yüksek derecede obez ve Tip 2 diyabetli farelerin karaciğerinde genetik yöntemlerle aktive edildiğinde, kan şekerinin normale döndüğünü gösterdi. 'P38 MAPK' adı verilen proteinin 'X-Box binding protein 1 (XBP1)' denilen bir başka proteini kimyasal olarak modifiye ettiğini bulduk. Bu kimyasal modifikasyonun 'XBP1'in etkisini çok ciddi bir şekilde artırdığını ve 'XBP1'in de kan şekerini düşürdüğünü gördük."

Özcan, iltihap ile tetiklenen sinyallerin "P38 MAPK" protein üzerinden "XBP1" proteinini aktive ettiğini gösterdiklerini de vurgulayarak, şöyle devam etti:

"Obezitede vücutta artan iltihabın düşünüldüğünün aksine kan şekeri üzerine yararlı etkileri olduğunu kanıtladık. Şu anda var olan dogmanın aksine, vücuttaki iltihabın hücre üzerinde etkisini gösteren ve 'sitokin' diye adlandırılan proteinlere karşı obezitede direnç gelişiyor olabileceğini ve aslında gelişen bu 'sitokin' direncinin ve dolayısıyla iltihabın etkisini gösterememesi sonucunda insülin direnci ve Tip 2 diyabetin gelişiyor olabileceğini düşünüyoruz."

Alzheimer ve şizofreni tedavisinde çığır açan gelişme

ABD'nin Los Angeles kentindeki Güney California Üniversitesi (USC)'den bilim insanları, ilk kez beyindeki bir nöroreseptör (sinir alıcısı)'nın detaylı haritasını çıkardı. Bu sayede, Alzheimer ve şizofreni gibi hastalıkların tedavisi sırasındaki bilinen ilaç kullanımının tamamıyla değişebileceği öngörülüyor. Araştırmayı yürüten ekip, dünyada ilk kez Alpha 7 reseptörünün yüksek çözünürlüklü fotoğraflarını elde etti. Alpha 7, beyinde özellikle öğrenme ve hafıza ile ilgili bölümlerde, nöronlar arası sinyalleri nakletmekle görevli molekül olarak biliniyor. Fotoğrafları kullanan doktorlar, deneme-yanılma yöntemi yerine, reseptörlerle etkileşimli farmasötikal (ilaçla ilgili) verileri dizayn ederken daha donanımlı olacaklar. Doğru ilaçla, Alzheimer ve şizofreni gibi hastalıkların tedavilerinde daha kesin sonuçlar elde edilecek. USC'den biyolojik bilimler ve kimya profesörü Lin Chen, "Bu çalışmaya özellikle ilaç şirketleri çok ilgi gösterecek. Zira ürettikleri ilaçların neden ya da nasıl işe yaradığını bilemiyorlardı" dedi. Bilim insanları, bir Alpha 7 reseptörünün haritasının çıkarılmasının, yaklaşık 30 yıllık araştırma birikimi ile yapılabildiğini belirtiyor. Elde edilen sonuçlar, bu reseptörlerin nasıl nöronal sinyalleri aldığı ve naklettiği sorusunun cevabını onlarca yıldır araştıran sinir bilimi uzmanlarına da yol gösterecek. Araştırma, aylık bilim dergisi Nature Neuroscience'ta yayınlanacak.

Beyne elektrik verilmesi öğrenmeyi hızlandırıyor

'Beyne elektrik verilmesi öğrenmeyi hızlandırıyor'Yeni bir araştırma, beyni elektrik akımıyla uyarmanın öğrenme sürecini hızlandırdığına işaret ediyor.
İngiltere'deki Oxford Üniversitesi'nde yapılan araştırmaya göre, beynin bazı bölümlerine hafif şiddette elektrik akımı vermek öğrenmeyi kolaylaştırıyor.

Prof. Heidi Johansen-Berg, bu sonuca insan beyninin yetişkinlikte nasıl değiştiğini ve özellikle felçten sonraki değişimleri incelerken ulaştıklarını söyledi.

Araştırma kapsamında, felçli kişilerin hastalıkları sonucu kaybettikleri kasları kontrol becerilerini geri kazanırken beyinlerdeki hareketlilik MR cihazıyla takip edildi.

Bilimadamları, beynin çok esnek olduğunu, bir hasarın oluşması durumunda ya da belli bir görevi yerine getirirken kendini yeniden yapılandırabildiğini, yeni bağlantılar kurabildiğini ve farklı bölgelere komutlar gönderebildiğini söylüyor.

Araştırma kapsamında beynin kas hareketlerini kontrol yetisini geri kazanabilmesinde dışarıdan elektrik akımı verilmesininin oynadığı rol de incelendi. Daha önce elektrik akımının felçli hastalarda geçici iyileşme sağladığı biliniyordu.

Ancak sağlıklı yetişkinlere elektrik akımı verildiğinde öğrenme sürecinin hızlandığının görülmesi araştırmacıları şaşırttı.

Bu çerçevede bir grup gönüllüden piyano çalar gibi bir dizi tuşun sırasını ezberlemeleri istendi. 10 dakika süren deney sırasında gönüllülerin belirgin şekilde daha iyi bir performans sergiledikleri görüldü.

Gönüllüler bunu yaparken beyne iki kauçuk elektrot yerleştirildi ve bunların arasından bir miliamperlik akım elektrik akımı geçirildi.
Prof. Heidi Johansen-Berg, beyin hücrelerinin aktivitelerinin artmasının bu hücreleri öğrenme sırasında meydana gelen değişişikliklere daha duyarlı hale getirdiğini söyledi.

Şizofreni Sara İlişkisi

Yeni yayımlanan bilimsel bir araştırmada, şizofreni ile sara arasında çift taraflı bağ olduğu iddia edildi. Araştırmaya göre, şizofreni hastalarının sara belirtileri gösterme oranı, sağlıklı kişilere göre altı kat daha fazla.


Tayvanlı bilimadamları, yaklaşık 9 yıldır sara ile şizofreni arasındaki bağı araştırıyor.
 Her iki hastalığın temelinde ortak genetik ve çevresel faktörlerin yattığı düşüncesine dayanılarak, yaklaşık 16 bin hasta üzerinde gözlem yapıldı.
 Araştırma kapsamında, söz konusu hastalardan 5 bin 195'inde şizofreni, 11 bin 527'sinde de sara belirtileri gözlendi.
 Çalışmalar, şizofreni hastalarının epilepsiye yani saraya yakalanma riskinin, diğer kişilere göre yaklaşık 6 kat yüksek olduğunu ortaya koydu.
 Daha önce yapılan çalışmalarda sara ile ruhsal denge bozuklukları arasında ilişki tespit edilmişti. Ancak bu araştırmayla ilk kez, şizofreni ile sara arasında çift yönlü ilişki olduğu iddia ediliyor. Doğruluğu henüz kesinleşmemiş teze ilişkin çalışmalar devam ediyor

HIV'i yenmenin yolu bulundu

HIV'i yenmenin yolu bulundu 
ABD 'li ve Avrupalı araştırmacılar, HIV'in hücre zarından kolesterolün ayrıştırılması durumunda virüsün bağışıklık sistemine zarar veremeyeceğini saptadı. 

Araştırma ekibinden Adriano Boasso, konuyla ilgili yaptığı açıklamada, “Bu yöntem sonucunda virüs, silahlarını kaybetmiş ancak bayrağını hala taşıyan bir orduya dönüşüyor. Böylece başka bir ordu tarafından algılanıp saldırıya uğrayabiliyor” dedi. 

Araştırmacıların, söz konusu yöntemi kullanarak HIV'i etkisiz hale getirmenin ve AIDS'e karşı bir aşı geliştirmenin yollarını aradıkları kaydedildi. 

HIV bulaşan kişilerde, kalıtsal bağışıklık sisteminin hemen savunmaya geçtiğini belirten uzmanlar, bazı durumlarda bunun aşırı bir tepkiye dönüştüğünü ve bağışıklık sisteminin direncini zayıflatarak “uyumlayıcı bağışıklık tepkisi” halini aldığını belirtiyor. 

Blood dergisinde yayımlanan bu son araştırmaya göre, HIV'in hücre zarından kolesterolü ayırarak virüsün kalıtsal bağışıklık tepkisini tetiklemesi engellenebiliyor. Bu yolla, T hücrelerinin önderliğinde daha güçlü bir bağışıklık tepkisi oluşturulabiliyor. 

AIDS her yıl yaklaşık 1,8 milyon insanın ölümüne neden oluyor. 2009 yılında 2,6 milyon kişiye HIV bulaştığı, 33,3 milyon kişinin ise şu anda virüsle yaşadığı tahmin ediliyor.