24 Ekim 2011 Pazartesi

2050'lerde Dünyayı Bekleyen Tehlike


Yerküreyi tehdit eden iklim değişikliği, milyonlarca insanı yaşadıkları bölgeleri terketmeye zorluyor.
2050'lerde Dünyayı Bekleyen Tehlike

İngiltere'de iklim değişikliğinin etkilerinin mercek altına alındığı araştırma, küresel ısınmanın tetiklediği sel ve kuraklık gibi doğal felaketler karşısında en savunmasız durumdakilerin yoksul kesim olduğunu ortaya koyuyor.

Araştırma sonuçlarına göre, 40-50 yıl sonra 150 milyondan fazla kişinin, maddi imkansızlıklar nedeniyle afet bölgelerini terk edemeyip mahsur kalabileceği uyarısı yapılıyor.
Çağrı, böyle bir insani felaketin yaşanmaması için.

Kuraklık ve sel felaketi riski altındaki bölgelerde yaşayan yoksul halka başka yerleşim yeri seçenekleri sunulması, olası bir insani felaketin önüne geçebilir.

Üstelik, şu anda harekete geçmenin maliyeti, böyle bir felaketin yaşanması durumunda meydana gelecek kayıptan çok daha az...

Tabii bir de özellikle Afrika ve Asya kıtasında, iş bulmak ve daha rahat bir yaşam sürmek umuduyla sel tehdidi altındaki kentlere akın edenler var.

2060 yılında, bu rakamın da 190 milyonu aşabileceği belirtiliyor.

"Aspirin"e dikkat!


Hollanda'da yapılan araştırmaya göre her gün sabah akşam aspirin kullanan 839 kişiden 36'sının gözünde sarı leke hastalığının ağır tipi saptandı. 

Dünya Bülteni/Haber Merkezi
Toplum Sağlığı Araştırma ve Geliştirme Merkezi (TOSAGEM) Başkanı Prof. Dr. Nazmi Zengin, Hollanda'da yapılan bir araştırmaya göre her gün sabah akşam aspirin kullanan 839 kişinin yüzde 4.3'ünün gözünde sarı leke hastalığının ıslak tipi denilen ağır biçiminin saptandığını belirterek, ''Ancak, aspirin kullanımını gerektiren kalp veya damar hastalığı olanlar, bu ilacı kullanmayı bırakmasınlar'' dedi.
Zengin, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Hollanda Sinirbilim Enstitüsü ve Akademik Tıp Merkezi'nden Dr. Paulus de Jong'un liderliğinde 65 yaşın üzerindeki 4 bin 691 kişiye ait sağlık ve hayat tarzı bilgilerinin araştırıldığını söyledi.
Çalışmanın sonuçlarını değerlendiren Zengin, ''Daha az sıklıkta ve dozda aspirin alanlarda ise bu oran sadece yüzde 2 civarında. Araştırmacılar, aspirin kullanımıyla hastalığın kuru tipi ya da daha hafif tipleri arasında bir ilişki bulamadılar'' dedi.
Sarı noktanın, gözün arkasında yer alan, retina kısmında en net görülen ve içinde sarı renkli maddelerin bulunduğu görme merkezi olduğunu anlatan Zengin, bu merkezi bozan tüm hastalıkların makula dejeneresansı olarak adlandırıldığını, sarı nokta hastalığında gözün arkasındaki sarı noktada lekelerin oluştuğunu anımsattı.
Aspirinin ise ağrı kesici, iltihap azaltıcı ve kanı sulandırıcı etkileri olduğunu vurgulayan Zengin, aspirinin şimdilerde en yaygın kullanım yerinin damar tıkanmalarının önlenmesi olduğunu dile getirdi. Kalp hastalıkları ile sarı leke hastalığı arasında bilinen bir ilişki olduğuna da değinen Zengin, şunları kaydetti: ''Bu etkinin aspirin kullanımına değil de kalp veya damar rahatsızlıklarına bağlı olabileceği akla gelebilir. Ancak mevcut araştırmada aspirin kullanımı, ağır tip sarı leke hastalığında, kalp damar hastalıklarından bağımsız bir risk faktörü olarak bulunmuştur. Aspirin kullanımını gerektiren kalp veya damar hastalığı olanlar bu ilacı kullanmayı bırakmasınlar. Çünkü, kalp veya damar hastalıkları yaşamı görmeden daha fazla etkiler. Kalbi çalışmayan bir vücutta iyi gören bir gözün olması çok da önemli değildir.''

Bisikletsiz balık ve toplumsal cinsiyet

Avrupa ve Türkiye’de kadın sorunlarının akademik bir düzeyde tartışıldığı 9. Galatasaray Avrupa Günleri’nde feminist mücadeleler ve kadına karşı uygulanan şiddetin nedenleri tartışıldı.



9.Galatasaray Avrupa Günleri kapsamında. CREDE(Avrupa Araştırma ve Dökümantasyon Merkezi) ve MEDİAR’ın (Medya Çalışma ve Araştırma ve Uygulama Merkezi) öncülüğünde düzenlenen ‘Avrupa ve Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet’ toplantılarında kadının sosyal ve toplumsal sorunları irdelendi.
İki gün süren etkinlikler,  Galatasaray Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ethem Tolga’nın açılış konuşmasıyla başladı. 9.Galatasaray Avrupa Günlerinin önemine dikkat çeken Prof. Tolga, Galatasaray Üniversitesinin Avrupa ile Türkiye ilişkilerinde kültürel ve eğitimsel bir köprü olduğuna değindi. Fransa’nın Ankara Büyükelçisi Laurent Bili, modernleşen toplum ve artan kadın cinayetleri arasındaki tezata vurgu yaptı.
Paris 8.Üniversitesi’nden Prof.Dr.Eleni Varikas, günümüz Avrupa’sında toplumsal cinsiyet ve feminist mücadeleler üzerine geniş bir değerlendirme yaptı. Prof.Varikas, yeni bir Feminizm tanımının yapılması gerektiğini söyledi ve bu konuda şu ilginç benzetmeyi yaptı:
‘Erkeksiz kadın, bisikletsiz balıktır. Bisiklet ile balık arasında kurulamayan ilişkinin benzeri erkek ve kadın arasında da kurulamaz.Kadının çalışma hayatının 1973’e kadar erkeğin elindeydi.Ortak bir dünya yaratılmak isteniyorsa bu ortak dünya feminist hareketlerden bağımsız oluşturulamaz.’
Doç. Dr.Nilgün Tutal Cheviron Türkiye’de kadının  siyasetteki yerini partilere göre istatistiksel analizlerle açıkladı.Avrupa’da kadının aktif siyasetteki oranının %30-40 olduğunu ancak ülkemizde seçim öncesinde bu oranın %9 olduğu ve alınan önlemler ile bu oran seçim sonrasında %14’e ulaştığını anlattı.Kemalist, İslamist ve Kürt hareketlerin kadının  toplumsal hayatına olan etkilerini değerlendirdi.Adriana Stefal ise kadının seçim kampanyalarında hangi amaçlarla kullanıldığını, 2009 Romanya Cumhurbaşkanlığı seçimleri bağlamında aktardı.Güneş Koç ise kadına karşı uygulanan şiddetin nedenlerini kategorize ederek elde ettiği verileri aktardı ancak şu an Türkiye’de gerçek verilerin devlet tarafından açıklanmamasına göndermelerde bulundu.
Prof. Dr. Daniela Roventa-Frumusani Romanya’dan örnekler sunarak üniversitelerde kadın sayısının arttığını ancak bu durumun eğitimi kadınlaştırmadığını söyledi. Romanya’da AB’ye uyum sürecinde çok sayıda hukuki değişiklik yapıldığını ancak kadın erkek eşitliğinin eski komünist düzene dönüş olarak algılanıp korku yarattığını söyledi.
Hande Öztürk ise kadınların kendi liglerinde bile söz sahibi olamadığını, kadın sporcuların oynadığı maçları da erkek hakemlerin yönettiğini vurguladı. Yrd. Doç. Dr. Valérie Billaudeu  kadınların zenginleşmesinin hep negatif karşılandığını ve Fransa’da yapılan araştırmalar ışığında kredi almaya kadınların daha çok ihtiyaç duyduğunu ancak kadın tüketiminin daha çok aile ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik olduğunu söyledi.

18 yıllık bilimsel çalışmanın sonucu: Cep telefonu ve beyin kanseri arasında bağlantı bulunamadı


Danimarka'da Kanser Epidemiyolojisi Kuruluşu tarafından yürütülen ve 18 yıl süren bilimsel araştırmanın sonuçları açıklandı. Araştırmaya göre cep telefonu ile beyin kanseri arasında ilişki bulunamamış.
Cep telefonları ile beyin kanseri riski arasında potansiyel bağlantının araştırıldığı ve şimdiye kadar gerçekleştirilen en uzun araştırma olduğu belirtilen bu en son çalışmaya göre uzun süreli cep telefonu kullanıcılarında beyin tümörü ya da herhangi bir kanser çeşidinde artış olduğuna dair herhangi bir kanıt elde edilememiş.
Danimarka'nın başkenti Kopenhag'da Kanser Epidemiyolojisi Kuruluşu tarafından yürütülen ve British Medical Journey'de yayımlanan çalışma dahilinde 30 yaş ve 30 yaşın üstündeki 360 bine yakın sayıda Danimarkalı'dan veri toplanırken,  katılımcılar 1995 yılı öncesinde cep telefonu kullanan ve kullanmayanlar olarak ikiye ayrılmışlar.
18 yıllık bilimsel çalışmanın sonucu: Cep telefonu ve beyin kanseri arasında bağlantı bulunamadı cep telefonu
Araştırmada 1990 yılından 2007 yılına kadar, merkezi sinir sistemi tümörüne ilişkin toplam 10,729 vakanın rapor edildiği belirtilirken netice itibarı ile cep telefonu kullanıcıları arasında kanser belirtisinin arttığına dair bir bulgu edinilmediği ifade ediliyor. Üstelik, ne uzun süreden beri cep telefonu kullanan kişilerin olsun ne de yakın bir geçmişte kullanmaya başlayanların olsun, şakak loblarında -ki vücudun cep telefonuna en fazla maruz kalan bölümü burası- beyin tümöründe artış olmadığı saptanmış.
Özetle araştırmaya göre, cep telefonu ve beyin kanseri arasında bir ilinti yokmuş gördüğümüz gibi. Tabii yine de biz bu sonucu saatlerce konuşmanın zararlı olmadığı şeklinde yormasak iyi olur. Ne de olsa en azından değerli vaktimize ve cebimize zararlı olduğu kesin

Ab, 'helal' Kesimi Araştırıyor


Prof.Dr. Anıl, Müslüman nüfusun hızla arttığı Avrupa'da helal kesim konusunda araştırma yaptıklarını söyledi.

İngiltere'deki Cardiff Üniversitesi'nin Türk asıllı öğretim üyesi Prof.Dr. Mehmet Haluk Anıl, Müslüman nüfusun hızla arttığı Avrupa'da helal kesim konusunda araştırma yaptıklarını söyledi.

Erzurum'da 'Hayvan Refahı Uygulama, Eğitim ve Araştırmalarının Geliştirilmesi' projesinin tanıtımın için düzenlenen toplantıda konuşan Prof.Dr. Anıl, koordinatör görevi yaptığı çalışma için El Azhar Üniversitesi'nin öğretim üyeleriyle görüştüğünü açıkladı. Prof.Dr. Anıl, "Üniversitedeki ulema, eğer kan akıtma, besmele ve kurbanın canlı olması şartlarının yerine getirilmesi halinde bayıltma tekniğinin kullanılabileceğini bildirdi" dedi.

Avrupa Birliği 7'inci Çerçeve Programı kapsamında 13 Avrupa ülkesi ve Atatürk Üniversitesi Veteriner Fakültesi ortaklığında yürütülen, 'Animal Welfare Research in an Enlarged Europe-AWARE' isimli, Hayvan Refahı Uygulama, Eğitim ve Araştırmalarının geliştirilmesi amaçlı projenin tanıtımı için panel düzenlendi.Bursa, Ankara'dan sonra Erzurum'da Atatürk Üniversitesi Kültür Merkezi Mavi Salon'da düzenlenen projetanıtım toplantısına, Veteriner Fakültesi öğretim üyeleri ve öğrenciler katıldı. Proje ortaklarından en yüksek nüfusa ve hayvan varlığına sahip Türkiye'de katılım sayısının yüksek olmasını istediklerini belirten Projenin Türkiye Koordinatörü Doç.Dr. Nilüfer Sabuncuoğlu Çoban, önümüzdeki yıl da yurt dışında tanıtım toplantıları düzenleyeceklerini bildirdi.

HAYVan REFAHINA DİKKAT

'Nakil, bayıltma ve kesimde, hayvan refahının bilimsel standartları ve yönetmelikleri' konulu bir konuşma yapan Cardiff Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mehmet Haluk Anıl, Avrupa Birliği'nde hayvan refahına yönelik çıkarılan yasalar hakkında bilgi verdi. 2013 yılı Ocak ayında yürürlüğe girecek yasayla ilgili Türkiye'de Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı'nın inceleme yaptığını anlatan Prof.Dr. Anıl, yasanın Türkçe'ye çevrildiğini söyledi. Yasa ile birlikte hayvan taşıma ve kesim konusuna yenilikler getirildiğini anlatan Prof.Dr Anıl, şöyle dedi:

"Ulaşım sırasında daha önce plan yapılması gerekiyor. Belli yerlerdre kontrol noktaları olması, hayvan refahıyla ilgili gerekli denetimler yapılması gerekiyor. Bunun dışında hayvan taşımada kullanılacakaraçların donanımıyla ilgili yeni gereksinimler ortaya çıktı. Hayvanın çıkacağı rampadan, ısı kontrolüne kadar yenilikler var. Kesim sırasında da hayvan refahını öncelik tutulacak. Burada hayvanların kesim sırasında acı duymalarını önlemek amaçlanıyor."

HELAL KESİM İÇİN İSTİŞAREDE BULUNDULAR

Avrupa Birliği ülkelerinde müslüman nüfusun sayısının artmasıyla birlikte pazarda önemli değişiklikler olduğunu belirten Prof.Dr. Mehmet Haluk Anıl, 'Helal' kesim ve Yahudiler için 'Shechita' kesimi konusunda araştırma yaptıklarını bildirdi. Koordinatörlüğünü yaptığı araştırmada helal kesim için Mısır'daki El Azhar Üniversitesi'ndeki ulemayla görüştüğünü bildiren Prof.Dr. Anıl, "Helal kesimle ilgili doğru kuralların ne olduğunu öğrenmek istedik. Bunun için çeşitli kesimlerle istişarelerde bulunduk. Konuyla ilgili olarak El Azhar Üniversitesi'ne gittim. Ulemayla konuştuk. Helal kesimin nasıl olacağını belirledik, liste hazırladık. Ulema ile yaptığımız görüşmede hayvanın ölmemesi, kesim sırasında canlı olması lazım. Bol miktarda kan akması ve besmele çekilmesi gerekiyor. Yaptığımız görüşmede bu şartların yerine getirilmesi halinde yeni tekniklerin uygulanabileceği belirtildi. Yani şartlar uygun olursa bayıltma işlemi kullanılabilir" dedi.

Cardiff Üniversitesi öğretim üyesi Prof.Dr. Mehmet Haluk Anıl, KurbanBayramı'nda Türkiye'de yaşanan önemli sıkıntıların da büyük ölçüde giderildiğini, belediyelerin bu konuda güzel uygulamalar yaptığını kaydetti.

Panele katılan konuşmacılardan İngiltere Bristol Üniversitesi öğretim üyesi Prof.Dr. Christine Janet Nıcol, 'Hayvan refahı nedir, nasıl belirlenir?', İsveç Tarım Bilimleri Üniversitesinden Prof.Dr. Ulf Stefan Gunnarsson 'Bilim dilinde hayvan davranışları, çiftlik şartlarında hayvan refahı uygulamaları' konularında bilgi verdi. Prof.Dr. Christine Janet Nıcol ile Prof.Dr. Ulf Stefan Gunnarsson, yaşama şartları iyi olan hayvanların veriminin de yüksek olacağını belirtti.

Hasta işe gitmeyin


ALMANYA’NIN önde gelen sağlık kasalarından AOK tarafından yapılan bir araştırma hasta olduğu halde işyerine çalışmaya gidenlerin sadece kendilerine değil, çalıştıkları işyerine de yarardan çok zarar verdiğini ortaya koydu. Almanya’da en çok üyesi bulunan hastalık kasalarından olan AOK’nın bu yönde 2009 yılında yaptığı bir araştırma sonuçlarını açıklayan Dr. Angela Smith, “Hasta olduğu halde ise gidenler daha yavaş çalışıyor. İşlerine konsantre olamıyor. Bu durum da firmaya zarar veriyor” dedi.
10 KİŞİDEN 7’Sİ ÇALIŞIYOR
ALMANYA’DA AOK’nın yaptığı araştırmaya göre bir yıl içinde her 10 kişiden yedisi çok hasta olmasına rağmen bir defa da olsa işyerine çalışmaya gidiyor. İşini kaybetme başta olmak üzere çeşitli nedenlerle bu davranışı sergileyenler iyi dinlenemedikleri için daha uzun sürede iyileşebiliyor. Hafta başında kendini hasta hisseden bir kişinin hafta sonuna kadar bu halde işine devam edeceğine, bir iki gün izin alıp yatıp dinlenmesi firması için de daha yararlı oluyor.
FAYDADAN ÇOK ZARAR
AOK’NIN Hessen Eyalet Örgütü tarafından yapılan araştırma sonuçlarına göre hasta olduğu halde işe gidenler özellikle karar verme pozisyonundaysa firmalarını milyonlarca euro zarara uğratabiliyor. AOK adına çalışan Dr. Angela Smith, “Hasta olduğu için işine konsantre olamayan ve yanlış karar veren yöneticiler nedeniyle firmalar büyük maddi kayıplar yaşıyor” uyarısında bulundu.

Vitamin ve destek haplarının ardında saklanan gerçekler


Geçtiğimiz günlerde okuyanları dehşete düşüren birkaç araştırma sonucu basında yer aldı. Sadece beslenme yoluyla alamadığımız mineral ve vitaminleri hap olarak kullanmamızın ömrümüzü uzatmak şöyle dursun kısalttığı haberini okuyup da tüyleri diken diken olmayacak kimse var mıdır? Bundan yıllar önce Amerikalılar arasında pek popüler olan ve peynir ekmek gibi tüketilen bu hapların aslında göründüğü kadar masum olmadığı, olmayabileceği üzerine pek çok bilimsel makale yayımlanmıştı. Ancak büyük bir endüstri bu ve doktorlar da aksi ıspatlanmış olmadığı için hastalarına bunları önermekte sakınca görmüyordu. Ta ki yeni araştırmaların sonuçları açıklanıncaya kadar...
ABD Minnesota Üniversitesi’ndeki araştırma vitamin haplarının ömrü kısalttığını ortaya koydu. Multi-vitaminler, folik asit, demir, magnezyum, çinko vücuda doğal yollardan girmediği takdirde son derece tehlikeli sonuçlar doğurabiliyor! 20 yıllık bir süreye yayılan araştırmada yaşları ortalama 60 civarı olan 38 bin kadın izlenmiş, bu tür hapları kullananların yaşam sürelerinin kullanmayanlara göre daha kısa olduğu tespit edilmiş! Bu genellemenin dışında kalan tek şey ise kalsiyum! Araştırmanın bir diğer çarpıcı sonucu ise erkeklerle ilgili. E vitaminini yüksek miktarda kullanan erkeklerde prostat kanseri riski belirgin şekilde artıyor...
E vitamininin hücre çoğaltıcı etkisiyle kansere karşı tartışmalı olduğu öteden beri biliniyordu ama bu araştırmayla somut bir gerçek ortaya konulmuş oldu. Vitaminler dışında bir de en büyük sorunumuz şişmanlıkla mücadelede sık sık başvurulan ‘masum’ yardımcılar dikkat çekiyor. Destek hapı kisvesi altında piyasada dolaşan hapların gerçek hikayesini bilip de korkmamak mümkün değil. ABD’de bu hikayeleri her türlü versiyonuyla bilenlerden biri Harvard Tıp Fakültesi profesörlerinden Dr. Peter Cohen. Son yıllarda karşısına çıkan sayısız örnekte Dr. Cohen iflas eden böbreklerden ciddi kalp problemlerine, depresyona ve hatta bağımlılığa kadar pek çok zarara tanık olmuş.
Kısa süre önce Dr. Cohen’in hastalarından biri vücuttan yağı atan meyva olduğu iddia edilen ‘Pai You Guo’ adlı destek hapını almasıyla hastanelik olmuş. Dr. Cohen “Bu madde ortada zayıflatmaya yardımcı olması amacıyla satılan zehirlerden sadece biri” diyor. Her ne kadar bu destek haplarının sağlık kurumlarınca onaylanmış olanlarının bile vücuda herhangi bir faydası olup olmadığı henüz kanıtlanmamış olsa da, insanlar destek haplarını seviyorlar. ABD’de 2006’da 21.3 milyar olan destek hapı harcamaları 2010’da 28 milyara çıkmış. Bu rakam karaborsada zayıflama, kas yapma ve cinsel performans arttırıcılara harcanan miyonlarca doları kapsamıyor üstelik!
FDA (Amerikan Gıda ve İlaç Birliği) piyasada bulunan pek çok destek hapında amfetamin, sentetik steroid, laxative ve viagranın aktif maddesinin bulunduğunu iddia ediyor. FDA Başkanı Michael Levy “Piyasadaki zararlı ilaçların sadece küçük bir bölümünü yok edebiliyoruz” diyor ve ekliyor: İlaç piyasaya girmeden sınırda yakalanıp, hemen FDA laboratuarlarında test edilirse ne ala, ama eğer bu yapılamazsa ilaç piyasaya çıktıktan sonra ele geçirip toplamak hem çok pahalı hem de çok uzun zaman alan bir iş.
Zayıflama haplarının pek çoğu sibutramin içeriyor. Sibutramin kalp krizi ve beyin kanama olasılığını arttırıcı bir madde. Hatta 2010’da FDA ajanlarının yaptığı bir tetkikte esasen Çin’den gelen bazı zayıflama haplarının iddia ettikleri maddelerden hiçbirini ihtiva etmediğini, sadece saf sibutramin içerdiğini tespit etmişler! Dr. Cohen son olarak, “Günümüzün kontrol sistemlerini kullanarak piyasaya aktarılan destek haplarının kalite kontrolü mümkün değil. Destek haplarından şiddetle uzak durun!” diyor.
Migrene çare AEROBİK!
Migreniniz mi var derdiniz var. Yaşayanların bildiği gibi migren adı küçük ama gücü çok büyük bir rahatsızlık. Yıllar önce Boston’daki doktorumun pek çok yeni çareyi denerken dediği gibi, ‘aslında migrenle yaşamasını öğrenmek gerekiyorsa’... İsveç’de yeni yapılan bir araştırma düzenli yapılan aerobiğin migren tedavisinde kullanılan antiepileptik ilaç Topiramate kadar etkili olduğunu gösteriyor. İlaç kullanmak istemeyen, veya ilacın etkili olmadığı migren hastaları için bir çözüm.
Göthenburg Üniversitesi Nörobilim ve Fizyoloji Enstitüsü’nden Dr. Emma Varkey ve ekibi, araştırma sonucunda ilaç kullanamayan ve kullanmak istemeyen migren hastaları için aerobiğin geçerli bir tedavi yöntemi olduğunun kesinleştiğini açıkladı. Araştırma 18 ve 65 yaş arası, ayda 2 ila 8 arasında bir sayıda migren atağı geçiren hastalar üzerinde yapılmış. Araştırmada 3 değişik yöntem test edilmiş: İlaç, gevşeme ve aerobik. Sözü geçen bu 3 yöntem de migren ataklarını dörtte üç oranında azaltıyor.
Migrenin ilaçla tedavisinin sadece tek bir avantajı tespit edilmiş bu araştırmada. O da migren atağı geldiğinde, hissedilen acı miktarının ilaç tedavisi uygulananlarda daha az şiddetli olması. Spor yaparak migren belasından kurtulmak mümkünse neden ilaç yolunu seçelim ki? Bir taşla iki kuş: Spor yapıp sağlığımız için genel anlamda faydalı bir iş yaparken aynı zamanda migren kadar ıstırap verici bir rahatsızlıktan da kurtulabiliyoruz. Madem migrenle yaşamayı öğrenmemiz gerekiyor, madem kesin olarak engellenmesi mümkün olmayan bir rahatsızlık yaşıyoruz o halde sporu bir hayat biçimi olarak benimsememiz ve uygulamamız en doğrusu değil mi?

Araştırma: Erkekler kadınlardan komik


ABD’nin San Diego Üniversitesi’nde yapılan araştırmalarda, erkeklerin kadınlardan daha komik olduğu ortaya konuldu.

16 erkek ve 16 kadından, gösterilen karikatürler için eğlenceli ve komik başlıklar hazırlamaları istendi. Daha sonra 34 erkek ve 47 kadından oluşan katılımcı grubu, hazırlanan başlıklarla birlikte karikatürleri puanladı. Erkeklerin hazırladığı karikatür başlıkları kadınların hazırladıklarına göre daha komik bulundu. Uzmanlara göre, toplumda komik olma rolünü erkekler üstleniyor, erkeklere göre daha adil davranabilen kadınlar ise genellikle esprilerini kendine saklamayı tercih ediyor.

'Yönetici karşı cinsten olsun' diyoruz

Türkiye’deki kadın çalışanların yüzde 60’ı, erkek çalışanların ise yüzde 47’si üstlerinin karşı cinsten olmasını tercih ediyor.
'Yönetici karşı cinsten olsun' diyoruzRandstad Workmonitor araştırma sonuçlarına göre Yunanistan ve Hindistan’da iş kaybetme korkusu artarken 29 ülke arasında İsviçre’den sonra iş kaybı korkusunun en çok gerilediği ülke ise Türkiye çıktı. Randstad Türkiye Genel Müdürü Altuğ Yaka, dünyada birçok ülkeyi etkileyen ekonomik kriz dolayısıyla iş kaybetme korkusunun genel olarak artmasını beklediklerini söylüyor.

EN ÇOK KUZEY AVRUPA MEMNUN
Çalışan memnuniyetinin en yüksek olduğu ülkeler Kuzey Avrupa ülkeleri (Hollanda, Norveç, İsveç, Danimarka, İsviçre, Belçika, Lüksemburg) ve Kanada olarak çıkıyor. Altuğ Yaka, bu ülkelerde çalışan memnuniyetinin daha yüksek olmasının sebeplerini şöyle sıralıyor: “Ekonomik şartlardan bağımsız olarak sosyal güvencelerinin stabil kalması, yaşam şartlarının görece yüksek olması ve sendikaların verimli çalışmaları” Ayrıca Yaka, bu toplumlarda bireylerin memnuniyetsizlikleri karşısında çok daha cesaretli kararlar almaya meyilli olduklarını belirtiyor ve ekliyor: “Karşılaştıracak olursak; Akdeniz ülkelerinde çalışma şartlarından memnun olmayanlar uzun süre bunun firma tarafından düzeltilmesini beklerken, Kuzey Avrupa ülkelerinde daha hızlı bir şekilde aksiyon alarak şartları iyileştirme yoluna gidiyorlar. Böylelikle çalışan memnuniyeti bu ülkelerde daha yüksek seyrediyor”

KARŞI CİNSTEN YÖNETİCİ İSTİYORUZ
Araştırma çalışanların kendi cinslerinden çok karşı cinslerle işbirliği yapmayı tercih ettiklerini belirtiyor. Türkiye’deki kadın çalışanların yüzde 60’ı, erkek çalışanların ise yüzde 47’si üstlerininkarşı cinsten olmasını tercih ediyor. Tüm dünyada çalışanların çoğunluğu bağlı oldukları üstlerinin erkek olduğunu bildirirken bunu belirtenlerin çoğunluğunun da erkek olduğu görülüyor. Randstad Workmonitor araştırmasının aslında dikkat çeken sonucu hem kadınların hem de erkeklerin daha çok erkeklerle çalışmak istemeleri ve hatta üstlerinin de erkek olmasını tercih etmeleri.

Bu görüşlerle doğru orantılı olarak dünyada da hem çalışan erkek sayısının kadınlardan daha fazla hem de yönetici pozisyonlarının çoğunluğunun erkekler tarafından doldurulmuş durumda olduğunu söyleyen Yaka şunları ekliyor: “Dünyada neredeyse bütün kültürlerde kadınlar ve erkekler için yüzyıllar içinde oluşmuş şablonlar var. Yüzyıllar boyunca iş dünyasının neredeyse tamamıyla erkek egemenliğinde olması, günümüzde de çalışanların çoğunlukla erkek olması bir şekilde erkeklerin iş dünyasında daha vakıf veya tecrübeli olduğu gibi kanı yaratıyor da olabilir.”

Uçak gürültüsü hasta ediyor


yolcu uçağı uçakHavalimanı çevresinde yaşayanlar, özellikle gece vakti geçen uçakların gürültüsünden, değişen kan basıncı nedeniyle fizyolojik ve psikolojik rahatsızlıklar yaşıyor.


Bilim adamları yaptıkları incelemelerde gürültünün, ani kan basıncı değişikliği, dolaşım bozuklukları, solunumda hızlanma, ani refleks, geçici veya sürekli işitme bozuklukları, davranış bozukluğu, sinir ve stresin yanı sıra, iş verimi düşüklüğü, konsantrasyon bozukluğuna yol açtığını belirledi.

GÜRÜLTÜ, KAN BASINCINI ANİ DEĞİŞTİRİYOR

Hollanda Devlet Halk Sağlığı Enstitüsü’nün 10 yıl sürdürdüğü araştırma sonuçları özellikle gece uçuşlarındaki gürültünün ani kan basıncı değişmeleri yüzünden insanda olumsuz etkiler bıraktığını gösterdi.
Avrupa’da 6 havalimanı ve çevresinde en az 5 yıldır yaşayan 5’er bin kişinin kan basıncı belirli sürelerde ölçüldü. Yaşları 45 ile 70 arasındaki adaylarda, gürültüden daha sıklıkla etkilendikleri için yüksek tansiyon belirlendi. Yüksek tansiyona yol açan alkol, sigara ve şişmanlık gibi temel faktörler araştırma dışında tutuldu.

İsveç’te yaklaşık 5 milyon kişinin katıldığı başka bir araştırma da uçak sesine artan şekilde maruz kalan kişilerde kalp krizinden ölümlere daha çok rastlandığı sonucuna ulaşıldı. Bern Üniversitesi’nin ortalama 15 yıl süren incelemelerinde gürültüsünün seviyesi ve süresi arttıkça ölümcül kalp krizi olasılığı da artıyor.

Gürültünün şiddet derecesi yükseldikçe kriz geçirme riski de artıyor.
‘Çevresel Gürültü Sınır Değerleri’nin havalimanının küçük yada büyüklüğüne göre 53 ile 75 Desibel sınırları arasında olması gerekiyor.

"İBB GÜRÜLTÜ HARİTASINI ÇIKARIYOR"

İstanbul Büyükşehir Belediyesi de özellikle çevresi konutlarla çevrili Atatürk Havalimanı için 23.00 ile 07.00 saatleri için gece, diğer saatler için de gündüz gürültü haritaları hazırlıyor.

Harita üzerinde gürültünün şiddet derecesi gece ve gündüz için ayrı olarak yer alıyor.

Gece boyunca maruz kalınan gürültü şiddeti 75 DB’den fazla ise 'Mor', 65 DB’den fazla 'Kırmızı', 55 DB’den fazla 'Turuncu', 45 DB’den fazlası 'Sarı' renk ile gösteriliyor.

Çevre ve Orman Bakanlığı’nın ‘Gürültü Kontrol Yönetmeliği’nde yerleşim yerlerinde gündüz olması gereken maksimum ses şiddetinin 65, gece ise 55 DB ile sınırlı.

Uzmanlar, gürültünün yoğun olduğu yerlerde bina izolasyonlarının önemine dikkat çekiyor.

GÜRÜLTÜYÜ AZALTAN TEDBİRLER

Uzmanlar gürültünün kontrol altına alınması için bir dizi önlem öneriyor. Uzmanlara göre öncelikle havaalanlarının endüstri ve sanayi bölgelerinin yerleşim bölgelerinden uzak yerlerde kurulması gerekiyor. Yerleşim yerlerinde ve binaların içinde gürültü rahatsızlığını önlemek için ses yalıtımı oluşturulması gerektiğini belirten uzmanlar, uçak motorlarındaki yeniliklerle havaalanlarının daha sessiz hale getirilebileceğini belirtiyor. Uzmanlar, uçak kalkış ve iniş zamanlarına kısıtlama getirilmesi, rotaların yeniden düzenlenmesi, havaalarındaki yer operasyonlarının düzenlenmesi gibi önerilerini de sıralıyor.

Evlilik Terapisinin Sorun Çözmede Etkisi Konulu Araştırma


Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Eskin: -``Geç evlenen kadınların daha mutlu olduklarını gözlemledik`` -``Kadınlar sadece şiddet varsa sorunun çözümü için çaba göstermeyeceklerini ifade etti. Yani kadın için şiddet son nokta``  Adnan Menderes Üniversitesi (ADÜ) Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Mehmet Eskin, evlilik terapisinin aile içi sorunların çözümünde etkili bir yöntem olduğunu bildirdi


Prof. Dr. Eskin, AA muhabirine yaptığı açıklamada, ADÜ Tıp Fakültesi Psikiyatri Polikliniğince evlililik terapisinin sorun çözmede etkisi konusunda 34 çiftle çalışma yapıldığını belirtti

Eskin, çalışmaya katılan çiftlerin yaş ortalamasının 38, yüzde 85`inin çocuk sahibi, yüzde 40`ının ev sahibi olduğunu kaydetti

Çiftlere yönelttikleri ``evliliğinizde hiç şiddet oldu mu?`` sorusuna yüzde 75 oranında ``evet`` yanıtı aldıklarına dikkati çeken Eskin, şiddetin türüne ilişkin yöneltilen sorulara göre, aile içi şiddetin yüzde 57`lik oranla en sık ``hakaret`` şeklinde ortaya çıktığını tespit ettiklerini bildirdi

``Hakaret`` tarzındaki şiddetin ardından aile içinde yüzde 44 oranında ``dikkate almama``, yüzde 43 oranında ``fiziksel``, yüzde 33 oranında ``özgürlüğün kısıtlanması``, yüzde 20 oranında ``eşinin kendisini çocuk gibi görmesi``, yüzde 18 oranında ``cinsel ilişkiye zorlama`` şeklinde şiddetin kendisi gösterdiğini kaydeden Eskin, erkeklere göre kadınların ruhsal durumlarının daha kötü olduğunun belirlendiğini ifade etti

Prof. Dr. Eskin, çalışmaya katılan çiftlerin yüzde 60`ının anlaşarak, yüzde 38`inin görücü usulü evlendiklerini belirtti

Çalışmaya katılan erkeklerden eşin evdeki kötü davranışları ve şiddetin evlilik doyumunu azalttığı, çocuk sahibi olmanın ise artırdığı ve mutlu bir yaşam sürülmesine vesile olduğu yönünde yanıt aldıklarını kaydeden Prof. Dr. Eskin, ``Evlenme yaşı mutluluğu belirliyor. Geç evlenen kadınların daha mutlu olduklarını gözlemledik. Kadınlar duygusallığa daha fazla önem veriyor. Erkekler evlilikte mutluysa `terapide çaba gösteririm` diyor. Erkekler rasyonel ve kendi çıkarları doğrultusunda hareket ediyor. Kadınlar eşinden dolayı sorun olduğuna inanıyorsa `evliliğin çözümü için çaba gösteririm` diyor. Kadınlar sadece şiddet varsa sorunun çözümü için çaba göstermeyeceklerini ifade etti. Yani kadın için şiddet son nokta`` diye konuştu

-Boşanma oranları- Eskin, Türkiye`de boşanma oranlarındaki artışa dikkati çekerek, ``Türkiye`de 2007`de boşanma oranı bin nüfus başına 1.34, 2008`de 1.40, 2009`da ise 1.59`a çıkmış. Ülkemizde boşanmalar hızla artıyor. Bunları durdurabilecek çözüm yolu evlilik terapisidir. Evlilik terapisini insanların nasıl gördüğü önemli. Eşler arası iletişim, şiddetin eşler arasında önlenmesi ve bu yönde çabaların artırılması önemli. Ayrıca kadınların geç evlenmesi, kendi ayakları üzerinde durması da önemli`` dedi .

Erkekler estetikte kadınları geçti

İngiltere’de yapılan bir araştırma, erkeklerin de en az kadınlar kadar estetik yaptırmaya meraklı olduklarını ortaya koydu. Estetik cerrahlarla konuşan İngiliz gazete Times, erkeklerin vücutları için en fazla başvurduğu dört operasyonu açıkladı. Buna göre erkeklerin en çok tercih ettikleri estetik operasyon, koltuk altı hizasında sarkan veya biçimsiz bir şekle sahip olan göğüslerinin üstüne yağ enjekte ederek yaptırdıkları göğüs dirileştirme ameliyatı.
Erkeklerin ilgisini çeken bir diğer operasyonun ise göğüs altında biriken yağların alınması olduğu belirtildi. Estetik cerrahlar, erkek hastaların çoğunlukla istedikleri operasyonlardan birinin de alt karın kaslarının belirginleştirilmesi olduğunu açıkladı. Erkeklerin ilgilendiği bir diğer estetik operasyonu ise, bağırsak üzerinde tümsek görüntüsü sağlayarak adonis kasını belirginleştirmek. İngiliz Estetik Cerrahlar Derneği’ne göre, son bir yılda erkeklerin burun estetiği, göğüs şekillendirmesi, kaş ve boyun kaldırtma ile göz kapağı gerdirtme ameliyatlarında yüzde 7’lik bir artış görüldü. Bu oran kadınlarda yüzde 5’te kaldı.

17 Ekim 2011 Pazartesi

Uçurum sanılanın da ötesinde


ABD basını, toplumun genelinde destek bulan Wall Street'teki hareketi çözümlemeye çalışıyor. Temel neden elbette ekonomi. Time dergisinin yayınladığı araştırmaya göre, Amerikalılar ülkenin en zengin yüzde 20'sinin toplam servetin yüzde 59'una sahip olduğunu sanarken, bu oran gerçekte yüzde 85.

Uçurum sanılanın da ötesindeBir yandan da önde gelen basın kuruluşları  kamuoyu araştırmaları ile harekete, toplumda verilen desteği ölçmeye çalışıyor. Ünlü TV kanalı CBS'in internet sitesinde Brian Montopoli imzasıyla yayımlanan bir yazıda, ABD toplumunda harekete verilen desteğin sanılanın üzerinde olduğunu yazdı. Yazıda, ülkedeki muhafazakarların "büyüyen çete", "sünepe protestocular" gibi sıfatlarla nitelendirip eleştirdikleri "Wall Street'i işgal et hareketi"nin ana akım siyasetlerin tümünün dışında olduğu belirtiliyor.

Time, NBC ve Wall Street Journal gibi ünlü medya kuruluşları da yaptıkları araştırmalarla Amerikan toplumunun harekete verdiği desteği ölçmeye çalışıyor.

Time dergisinin yaptığı araştırmaya göre, Amerikalıların yüzde 54'ü protestoları olumlu karşılıyor, buna karşılık sadece yüzde 23'lük bir kesim olumsuz bakıyor. NBC ve Wall Street Journal'ın yaptığı bir diğer araştırmaya göre de katılımcıların yüzde 37'si hareketi destekliyor. Karşı olanların oranı ise yüzde 18.

ABD basınının taleplerinin çeşitli ve belirsiz olduğunu belirttiği "Wall Street'i işgal et" hareketini oluşturanların ortak noktası ise toplumunun yüzde 99'unun aksine sürekli zenginleşen küçük bir grup Amerikalı'ya duyulan öfke olduğu belirtiliyor.

2010 yılında yapılan ve Amerikalıların gelirlerin ve servetin farklı gelir grupları arasında nasıl paylaşıldığına ilişkin tahminlerinin yer aldığı bir araştırma, manzaranın vehametini ortaya koyuyor. Buna göre, araştırmada yer alan Amerikalıların servetin bölüşümüne ilişkin tahminleri ile servetin gerçekteki paylaşımı arasında bir uçurum var.



Araştırmaya göre şu anda Amerikalıların ilk 20'lik kesimi yani en çok kazananlar servetin yüzde 85'lik dilimine sahip. İkinci yüzde 20'lik grup ise servetin yüzde 10'una sahip. Orta sınıfı oluşturan üçüncü yüzde 20'lik kesim ise servetin yüzde 5'ine sahip.

Amerikalılar ise, en çok kazananların yüzde 59, daha az kazananların yüzde 20, ortasınıfın yüzde 12, dar gelirlilerin yüzde 6, yoksulların ise servetin yüzde 4'lük kesimine sahip olduğunu sanıyor.

Bu araştırmaya göre Amerikalılar için servetin daha eşit paylaşımı ise şöyle: En çok kazananların servetin yüzde 32'sini, daha az kazananların yüzde 21'ini, orta sınıfın yüzde 21'ini, dar gelirlilerin yüzde 15'ini, yoksulların ise yüzde 11'ini aldığı bir tablo.

Bunlara ilaveten 2009'da kriz sonrasındaki verilere göre dünya nüfusunun en zengin yüzde 20'lik kesiminin geliri son 25 yılda yüzde 87, en zengin yüzde 1'in ise yüzde 225 artmıştı. Aynı zaman diliminde en fakir yüzde 20'nin geliri sadece yüzde 10 artmıştı. Yani eski ABD Başkanı George W. Bush'un en zenginleri vergilerle koruyan politikası makasın daha da açılmasına yol açmıştı.

16 Ekim 2011 Pazar

Kaliteli eğitimin etkisi uzun sürüyor


Kaliteli eğitimin etkisi uzun sürüyor

Bütün bilimsel araştırmalar erken çocukluk adı verilen 0-6 yaş arası dönemde çocuğun zihinsel, sosyal, duygusal ve fiziksel açıdan en hızlı ve fazla değişim yaşadığını gösteriyor.











Bu dönemde oluşturulacak temel de, kişinin tüm hayatı boyunca etkili oluyor. İşte bu nedenle erken yaşlarda beyin gelişimini desteklemek için alınan eğitim, sunulacak deneyimler ve uyarıcılar çok önemli hale geliyor. Aile ve çocuğun bütün bunlara açık olması da başarıyı ve çocuğun kendine güvenini doğal olarak arttırıyor.
Küçük yaşta okullaşma artıyor
Dünyada ve Türkiye’de yapılan birçok araştırma, kaliteli bir okulöncesi eğitimin çocuklarda uzun süre olumlu etkileri olduğunu gösteriyor. Bu nedenle, tüm çocukların okulöncesi eğitimden faydalanması bireysel gelişimleri, yetişkinlikte daha iyi bir yaşam sürebilmeleri için çok önemli. Özellikle de risk altında bulunan, çeşitli nedenlerle çevresi tarafından yeterince desteklenemeyen çocukların kaliteli bir okulöncesi eğitimden görecekleri fayda yaşamlarında çok olumlu değişikliklere neden olabiliyor.
Ülkemizde 5-6 yaş grubunda okullaşma oranlarının arttırılması yönünde sevindirici bazı adımlar atılıyor. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 71 ilde yürütülen bir uygulama ile 5 yaşta okul öncesi eğitim pilot uygulama ile zorunlu hale geldi. 2013 yılının sonuna kadar da tüm illerde 5 yaşta okulöncesi eğitim zorunlu hale gelecek.
Okulöncesi eğitimin tüm Türkiye’de yaygınlaştırılması, her okula ana sınıfı açılması ve zorunlu hale getirilmesi tüm çocukların bu eğitimden faydalanabilecek olması çok sevindirici. Hükümetler öncelikle hizmete erişimi sağlama, okulöncesi eğitim kurumlarının sayısını arttırma yönünde çalışmalar yapıyor. Ancak, sayı artarken kalitenin de artması son derece önemli.
BUNLARA DİKKAT EDİN
Çocuğunuzu göndereceğiniz ya da gönderdiğiniz okul öncesi eğitim kurumunda bunlara dikkat!
· Herkes popüler bir anaokulundan söz ediyor olabilir. Peki bu okul çocukların farklı ihtiyaçlarına, ilgilerine cevap verebilen bir okul mu? “Neden bu okul” diye kendinize sorun? Bakalım gelen cevaplar çocuğunuza uygun diye düşündüğünüz okul ile örtüşüyor mu? Ama en önemlisi kendi gözleriniz ile bunu görmeniz.
· Okulun bahçesini güzel ve bakımlı bulabilirsiniz. Ama bir de çocuk gözü ile bakın. Güvenle koşabileceği, tırmanabileceği, zıplayabileceği, dengede durabileceği, üç tekerlekli bisiklete binebileceği, kova ve kürek ile oynayabileceği, suları doldurup boşaltabileceği, bir şeyleri yetiştirebileceği ve bakımını üstlenebileceği, çokça farklı şeyleri inceleyebileceği ve araştırabileceği bir ortam mı? Ve en önemlisi, hava çok kötü olmadıkça her gün bolca bu mekan kullanılıyor mu?
· Sizin çocuğunuz kapıdan çok güzel karşılandı. Ya velisi orada olamayan diğer çocuklar, onlar ile de ilgileniliyor mu? Okulun havasını koklayın. Çocuklar bahçede ve sınıfta farklı etkinlikler yapıyor, hepsi mutlu ve neşeli görünüyor ve üstelik öğretmenler çocuklar ile birlikte, ilgili, onları dinliyor, destekliyor ve de işlerinden keyif alıyorsa doğru yerdesiniz. 
· Sınıf çok kalabalık olduğunda öğretmenin de yapabilecekleri sınırlı. Hele de kendisine yardım eden birisi yok ise öğretmen çocuk oranına dikkat edin.
· Okuldaki mekanları sanki dizlerinizin üzerinde yürüyormuş gibi inceleyin. Her şey sizin görüş alanınızda mı? Her şey ulaşılabilir mi? Eşyaların bir yeri var ve siz işaretlere bakarak bunu anlayabiliyor musunuz? ‘Burası kukla köşesi, burası sanat köşesi…’ diye mi yazıyor, yoksa fotoğrafla da mı gösteriyor? Kapalı ve yüksek dolaplara, ilgi köşeleri olmayan ve nesnelerin nereye konulacağını göstermeyen alanlar varsa bir kez daha düşünün.
· Oyuncaklara, kitaplara ve materyallere bakın. İlgi köşelerinde farklı amaçlara hizmet edebilecek dayanıklı malzemeler var mı? Günlük akış sırasında farklı etkinlikler ile çocukların bunları kullanmaları sağlanıp, gelişimleri destekleniyor mu?
· Sınıfta, okulda çocukların yaptıkları hiçbir şey sergilenmemişse bir kez daha düşünün. Çocukların okullarına aidiyet ve kendilerine değer verildiğini hissetmeleri açısından unutmayın bu çok önemli bir ayrıntı. Bunun yanında duvarda tıpa tıp aynı kardan adamların asılı olması da eğitim anlayışının sorgulanmasını gerektirebilir.
· Anaokulu nasıl bir eğitim programı uyguluyor? Çocukların gelişimlerini, ilgilerini, yaratıcılıklarını nasıl bir program ile destekliyorlar? Meraklarına nasıl cevap verecekler? Bu hedeflerini nasıl değerlendirecekler? Çocuğunuzu tanımak, gelişimini izlemek için nasıl bir yol izleyecekler? Bunları mutlaka sorgulayın.
· Çocuklar olumlu bir davranış yaptıklarında nasıl karşılık veriliyor? Peki ya iki çocuk anlaşmazlık yaşıyorsa? Bir çocuk sınıf kuralına uymadığı zaman hangi yöntem uygulanıyor? Mutlaka ve mutlaka okulun disiplin anlayışı ile ilgili bilgi alın. Çocuğun sağlıklı gelişimi için okulun anlayışının sizinki ile paralel olması önemli.
İyi öğretmen ve yeterli fiziki ortam önemli
ARAŞTIRMALAR çocuğun okulöncesi eğitimden daha iyi faydamanması için bazı koşulların sağlanması gerektiğini gösteriyor.
İşte bu koşullardan bazıları şunlar:
· Yeterli bir fiziki ortam
· İyi eğitilmiş öğretmenler
· Öğretmenler ve çocuklar arasında etkin bir iletişim 
· Az sayıda çocukların sınıfları yani düşük öğretmen-öğrenci oranları
· Güvenli bir ortam ve zenginleştirici eğitim materyalleri
· Dil açısından zengin bir ortam
· Yaşa ve gelişime uygun öğretim/eğitim programı
· Aile katılımı (ebeveynlerinin programa ilişkin çeşitli
etkinliklere katılmaları)
MERAK ETTİKLERİNİZ
·  Çocuğumun öğretmeninin tecrübeli ya da yeni mezun bir olması okul yaşantısını etkiler mi?
-  İlk bakışta bu sorunun cevabı belirli konularda avantajlara ve dezavantajlara sahip oldukları şeklinde görülse de donanımı iyi olan öğretmenlerde belirgin farklılıklar ortaya çıkmayacaktır. Tecrübeli öğretmen yaşantıları gereği problemleri daha ortaya çıkmadan çözme becerisini gösterirken, yeni mezun öğretmen de yaratıcı çözümler getirebilir. Öğretmenlerin ortak noktası çalışma yılları ve cinsiyetleri değil, çocuklarla ilişkileri yönetme becerileri, çocuklara verdikleri değer ve gösterecekleri koşulsuz sevgi olmalıdır. 
·  Çocuğuma okulda zorla yemek yedirilir mi? Çocuğumu okulda zorla uyuturlar mı?
-  Çocuğunuzu mümkünse dengeli bir kahvaltı öğününün ardından okula bırakın. Okulda verilecek olan sabah akşamüstü kuşlukları ara öğün yerine geçer. Sıkı bir kahvaltı ile okula gelen çocuğunuzun beslenme açısından eksik kalan yönlerini akşam tamamladığınızı göz önünde bulundurduğumuzda çocuğunuzun okulda verilen öğle yemeğini tamamlayamaması gelişimi açısından çok büyük bir eksiklik ortaya çıkarmaz. Buna göre ne siz, ne de öğretmen çocuğu yemek için zorlamalı.  Bazen aileler için yemek konusu odak noktası haline gelir.
O kadar ki öğretmenle karşılaştıklarında ilk sordukları soru “Çocuğum yemeğini yiyor mu?” olur. Dolayısıyla bu konuda kendini baskı altında hisseden öğretmen çocuğu yemek yemesi için elinde olmadan zorlayabilir. Bu durumlarla karşılaşmamak sizin elinizde. Aynı şekilde çocuk uyku için zorlanmamalı. Uykusu gelen çocuk zaten uyur. Uyumayanlar için kitap okuma gibi sakin, dinlendirici etkinlikler düzenlenebilir.

Türk velilerin isyanı


Almanya’da yapılan iki araştırma, eğitim politikasına ilişkin yeni veriler ortaya koydu. Allensbach Enstitüsü'nün yaptığı araştırmaya göre, Türk velilerin çoğu, çocuklarına fırsat eşitliği tanınmadığını düşünüyor.


Düsseldorf merkezli Vodafone Vakfı'nın Allensbach Kamuoyu Araştırma Enstitüsü’nün yaptırdığı araştırmaya göre, Almanya’daki velilerin yüzde 94’ü, insanların meslekî hayatta başarılı olabilmesi için iyi bir eğitim alması gerektiğini düşünüyor. Bin 200 velinin katıldığı araştırma, “Hırs ve Aşırı Yük Arasında” başlığını taşıyor. Allensbach Enstitüsü Müdürü Renate Köcher, Alman okullarında fırsat eşitliği olduğunu düşünmeyen ve çocuklarına yardım edemeyen velilerin kendilerini aşırı yük altında hissettiğini ifade ediyor.
Köcher, “Almanya’da ailelerin eğitim düzeyi ile çocukların eğitimdeki başarıları arasında sıkı bir korelasyon mevcut. Bu memnun edici bir durum değil, çünkü alt sınıfa mensup çocukların sahip olduğu koşullar daha kötü, fırsatlar daha az ve eğitim sistemi bu olumsuzlukların dengelenmesinde yetersiz kalıyor” şeklinde konuşuyor.
Veliler, yeterince Almanca bilmedikleri için çocuklarına yardımcı olamadıklarını düşünüyorVeliler, yeterince Almanca bilmedikleri için çocuklarına yardımcı olamadıklarını düşünüyor
"Okullarda fırsat eşitliği yok"
Araştırmanın sonuçlarına göre, çocuklarına derslerinde yardım edemeyen sosyal statüsü düşük veliler, devletten daha fazla destek bekliyor. Allensbach Enstitüsü’nün yaptığı araştırmaya katılan Türk kökenli veliler de çocuklarına okullarda verilen eğitimin güçlendirilmesini istiyor.  Araştırma sonucunda, Türk kökenli velilerin çoğunun yeterince Almanca bilmediği için çocuklarına yardım edemediği hissine kapıldığı ve bu nedenle de okuldan beklentilerinin yüksek olduğu ortaya çıktı. Bunun yanı sıra Türk velilerin yaklaşık yüzde 60’ı çocuklarına okulda fırsat eşitliği tanınmadığını düşünüyor.
Hrıstiyan Demokrat Birlik partisine yakınlığı ile bilinen Konrad Adenauer Vakfı tarafından yaptırılan “Almanya’da Müslüman Çocuklar ve Gençler” başlığını taşıyan araştırma ise Türk velilerin çoğunun okulu farklı bir şekilde tasavvur ettiği ve bu nedenle de öğretmenlerle iletişim kurmakta zorlandığı sonucuna ulaştı. Araştırmayı yürüten eğitim uzmanı Ahmet Toprak, bu konuda şunları söylüyor: "Sorun, ailenin de okulun da bazı istekleri olmasına rağmen, karşılıklı olarak bu isteklerden haberdar olmamaları… Okul, velilerden çocuklarına belirli bir eğitim vererek okula hazırlamalarını bekliyor. Veliler ise bunu bilmiyor ve çocuklarını, okulda iyi bir eğitim alırlar ümidiyle okula gönderiyor."
Ahmet Toprak Ahmet Toprak
Çözüm: Tam gün okul
Toprak, Türk kökenli velilerin üçte birinin çocuklarına derslerinde yardım etmekte zorlandığını tahmin ediyor. Toprak buna rağmen velilerin taleplerinin büyük olduğunu ve çocuklarının üniversitede okumasına olanak sağlayacak şekilde lise eğitimi almalarını istediklerini söylüyor. Toprak, dört yıl süren ilkokulun ardından çocukların tam gün öğrenim veren okullara gitmesinin, soruna bir çözüm sağlayabileceğini belirtiyor. Toprak, bunun nedenini şu sözlerle açıklıyor: “Çocuklar arasında çok erken seçme yapıyoruz, yani dört yıldan sonra gelir düzeyi düşük, özellikle de göçmen kökenli ailelerin çocukları eleniyor, çünkü bu dört yılda yetersiz kalan yönlerini kapatamıyorlar.”
Eğitim uzmanı Ahmet Toprak, bunun üzerinde ciddiyetle düşünülmesi gerektiğini vurgulayarak, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Biz istesek de istemesek de, okulun eğitim vermesi gerekiyor. Uygulamadaki deneyimlerimiz bunu gösteriyor. Ve bunu sağlamak için de gereken değişiklikleri yapmamız gerekiyor.”

Suistimal en fazla üst kademede var

KPMG'nin yaptığı araştırma, şirketleri zor durumda bırakan suistimalcilerin 'kimliğini' ortaya çıkardı. Buna göre şirketleri en çok 10 yıldan fazla kıdemi olan üst düzey yöneticiler yakıyor.


Kaptan köşklerinde oturan yöneticilerin mevcut yetkilerini kötüye kullanması iş dünyasının en büyük kabuslarından biri. Zira zaman içinde iç kontrolleri iyiöğrenen ve şirket içinde güven kazanan yöneticilerin beklenmedik bir anda kurumu suistimal etmesi tüm dengeleri alt üst ediyor. Böyle bir durumla karşılaşıldığında da itibar ve imaj kaybı yaşamak istemeyen şirketler genellikle yaşananları saklama yoluna gidiyor. Şirketler bu kabusu tekrar tekrar görmesin diye KPMG Forensic, yürüttüğü binlerce inceleme arasından "beyaz yakalıların" suç işlediği ve suçun kesinlik kazandığı bazı vakaları seçerek detaylı bir araştırma yapmış. İncelenen yolsuzluk ve suistimal suçları arasında mali tablolarda manipulasyon, yanıltıcı mali bilgi vermek, parave / veya diğer varlıkları zimmete geçirmek, harcamalarda suistimal ve diğer birçok yolsuzluk suçlarını analiz eden şirket, suistimalcinin profilini çıkarmış. KPMG tarafından derlenen ve suistimal inceleme uzmanları tarafından Ocak 2008 - Aralık 2010 tarihleri arasında EMA (Avrupa, Ortadoğu, Afrika), Amerika ve Asya-Pasifik bölgelerinde yürütülen suistimal incelemelerine ilişkin veri ve bilgiler 69 ülkedeki suistimal vakalarıyla ilgili toplam 348 inceleme dosyasını içeriyor. Sonuçlara göre şirketin gizli, hassas bilgileri emanet edilmiş ve kendilerini kontrollerden uzak tutabilen CEO, genel müdür gibi üst düzey pozisyonlarda görevli yöneticiler suistimale daha yatkın duruyor. 2007 yılında EMA bölgesinde yürütülen araştırmanın sonuçlarına göre suistimalcilerin yüzde 49'u üst düzey bir pozisyonda görev yapıyordu. 2011 yılında da suistimalciler çoğunlukla üst düzey bir pozisyonda olmalarına rağmen, bu oran yüzde 35'e gerilemiş. Öte yandan 2007'den 2011'e yönetim kurulu üyesi olan suistimalcilerin oranı ise yüzde 11'den yüzde 18'e yükselmiş.

Kıdemliler önde gidiyor

Analize göre kıdem süresi 10 yıldan fazla olan yöneticiler daha az kıdeme sahiplere oranla şirketleri maddi anlamda daha fazla suistimal ediyor. Olay teşhis edildiğinde suistimalcilerin yüzde 60'ının kıdem süresi 5 yılı, yüzde 33'ünün de 10 yılı aştığı görülüyor. 2007 yılı analizinin sonuçlarında ise suistimalcilerin yüzde 36'sı olay teşhis edildiği sırada şirkette 3-5 yıldan beri çalışıyor, vakaların yüzde 51'inde kıdem süresi 5 yılı, yüzde 22'sinde ise 10 yılı aşıyordu. Buna göre suistimalcilerin vaka teşhis edilmeden önce aynı işyerinde genelde 5 yıldan uzun bir süredir çalıştıkları ve suçun başlangıcıyla teşhisi arasındaki ortalama sürenin 3 yılı aştığı dikkate alındığında suistimalcilerin kötü bir art niyetle işe girmediklerini söylemek mümkün olabilir. Yapılan analizin diğer bir sonucu ise suistimalcilerin yüzde 32'lik oranla en fazla finans departmanlarında görev yaptığını ortaya koyuyor. Operasyon ve satış departmanlarındaki suistimalcilerin payı 2007'de yüzde 32 iken, 2011'de yüzde 25'e düşmüş. En az suistimalci ise hukuk departmanından çıkıyor. Suistimal vakalarının yol açtığı maddi zarar tutarı da bölgelere göre değişiyor. Ortalama zarar Asya-Pasifik'te 1.4 milyon dolar, Amerika kıtasında 1.1 milyon dolar ve EMA bölgesinde (Avrupa, Ortadoğu, Afrika) 900 bin dolar seviyesinde. "

Tespitler dikkate alınmıyor!" Türkiye'deki suistimalcileri değerlendiren KPMG Türkiye Risk Yönetimi Danışmanlığı Bölüm Başkanı ve Şirket Ortağı İdil Gürdil, durumun yaş ve profil açısından globaldekilerle benzerlik gösterdiğini söylüyor. Türkiye'de suistimallerin yüzde 80'inin zayıf iç kontrolleri delerek ve bireysel yapıldığının altını çizen Gürdil, " 2007'de yapılan araştırmada şirketlerin yüzde 50'sinde suistimale rastlanmamıştı. Ancak tespit edilen yüzde 50'sinde de bu sonuçların dikkate alınmadığını görüyoruz" diyor. "

Tepe noktalar sağlam olmalı" Şirketlerin Şirketlerin faaliyet alanı genişledikçe kurumsal yönetişimin giderek önem kazandığını söyleyen Türklider Derneği Başkanı Bülent Şenver ise yüksek maaş, ikramiye ve hisselerin bazı tepe yöneticilerinin yoldan çıkmalarına neden olduğunu dile getiriyor. Bu konuda yöneticilerin etik değerleri ve niyetlerinin çok önemli olduğunu vurgulayan Şenver, şirketlerin suistimalcilerden korunması için "Yönetim kurulları daha aktif çalıştırılıp sık kontrol edilmeli. Bağımsız denetim mekanizmaları daha etkin kullanılmalı" diyor. Tepe yöneticilerinin detaylı bir araştırma sürecine tabi tutularak seçilmesi gerektiğini belirten Şenver "Yetkilere limitler getirilmeli, sorumluluk paylaşımı daha büyük bir kitleye yayılmalı" diyor.

Alt kademede de rastlanıyor Yöneticilerin yetkileri ya da kontrol ettikleri fon ne kadar fazlaysa şirketi o kadar yüksek suistimale uğratabileceğini ifade eden Türkiye İç Denetim Enstitüsü Başkanı Özlem Aykaç İğdelipınar da üst düzeyde görev yapan bazı yöneticilerin yıl sonunda prim alabilmek için şirketin durumunu olduğundan farklı gösterebildiğini belirtiyor ve ekliyor: "Suistimal üst düzeyde daha yüksek meblağlarda yapılsa da alt kademede de zimmete para geçirme ve şirketin kaynaklarını kullanma olarak karşımıza çıkıyor."

Üst düzey koltuklarda kadın sayısı az
Sonuçlar tipik bir suistimalcinin genelde 36-45 yaşları arasında ve yüzde 87 oranında erkek olduğunu söylüyor. Yani genel olarak şirket organizasyonlarındaki cinsiyet yapısında üst düzey yönetici pozisyonunda az sayıda görev yapan kadınların yolsuzluk yapma 'fırsatı' da azalıyor. Buna bağlı olarak da erkeklerin adının karıştığı suistimal vakalarının sayısı daha yüksek çıkıyor. Öte yandan Amerika ve Asya-Pasifik bölgelerinde kadınların suçlu olduğu vakaların oranı (sırasıyla yüzde 22 ve yüzde 23), EMA (Avrupa, Ortadoğu, Afrika) bölgesindekinin (yüzde 8) yaklaşık üç katı olduğu görülüyor.

Vitaminler öldürüyor


Bu hafta başında Archives of Internal Medicine isimli muteber tıp dergisinde yayımlanan araştırmada da her gün multivitamin, folik asit, B6 ve çinko, demir, bakır, magnezyum gibi mineral haplarını içen kadınların ölüm risklerinin artmış olduğu ortaya çıktı.

Araştırma, ortalama yaşları 62 olan 40 bin kadının 19 sene takip edilmesiyle gerçekleştirildi. Doktor Jaakko Mursu ve ekibi, "Şu anki verilere bakarak, vitaminlerin genel ve yaygın kullanımını meşru kılacak bir sebep göremiyoruz." diyor.
Amerikalı bilim adamlarının Kanada, ABD ve Porto Riko'da yaptığı, 10 yıl süren ve 35 bin kişinin katıldığı ve bu hafta yayınlanan başka bir araştırma da, E vitamini ve selenyum takviyesinin sağlıklı erkeklerde prostat kanseri riskini yüzde 17 artırabileceğini gösterdi. Araştırmacılardan Eric Klein, E vitamini ve selenyum kullanmanın bir yararı olmadığı gibi hatta bazıları için büyük risk teşkil edebileceğini vurguluyor.
Amerika'da 77 binden fazla kişi üzerinde yapılan bir başka araştırmada da uzun yıllar boyunca C, E vitamini ve folat gibi multivitamin kullanımının akciğer kanseri riskini azaltmadığı gibi, günde 400 miligram E vitamini alanlarda akciğer kanseri riskinin yüzde 28 daha fazla olduğu ortaya konulmuştu. Üstelik tehlike, sigara içenlerde daha da büyük bulunmuştu.
Bunlar hiç de sürpriz sonuçlar değil. Çünkü daha önce yapılan çalışmalarda da yüksek miktarda ve uzun süre alınan A, C ve E vitaminlerinin akciğer ve mide-bağırsak kanserlerine bağlı ölümleri artırdığı ve düzenli olarak vitamin hapı kullanan her 1 milyon kişiden 9 bininin bu nedenle vaktinden önce yaşamlarını yitirdikleri ileri sürülmüştü.
Folik asidin foyası daha önce çıkmıştı
Bir zamanların gözde vitamini de folik asit idi. Folik asit, vücudumuzdaki hücrelerin çoğalmasında ve hayatlarını sürdürmelerinde olmazsa olmaz bir vitamin; DNA'nın oluşumunda ve tamirinde çok önemli rolü var.
İlk yapılan bazı araştırmalarda folik asidin felç ve kalp hastalığı riskini azaltacağının ve kalın bağırsak kanserini engelleyebileceği ileri sürülünce folik asit "harika vitamin" olarak adlandırıldı ve birçok insan, kalp hastası ve kanser olmamak için folik asit tabletleri kullanmaya başladı. Ancak beklenen olmadı.
Amerika, Kanada ve Şili gibi, unlara ve benzeri ürünlere folik asit eklenen ülkelerde kalın bağırsak kanserlerinde yüzde 200'e varan artışlar dikkati çekmeye başladı. Araştırmalarda folik asidin yüksek dozlarının normal hücreler yanında kanser hücrelerinin çoğalmalarını kolaylaştırdıkları ve artırdıkları anlaşıldı.
Folik asidin doğurma çağındaki kadınlar tarafından mutlaka alınması gerektiğine hiç şüphe yok. Ancak özellikle yaşlı insanlar tarafından gereğinden fazla alınırsa kanser riskini artırmak gibi ciddi bir olumsuzluğu da ortada.
Vitamin çılgınlığı tüm dünyayı sardı
Tüm dünyada giderek artan bir 'vitamin çılgınlığı' yaşanıyor. İnsanlar elmayı, portakalı, mandalinayı bıraktı, vitamin hapı içiyor; çocuklarına balık yedirmiyor omega 3 yutturuyor; yoğurdun yerini probiyotikler aldı. İstatistiklere göre erişkin Amerikalıların en az yarısı vitamin hapı kullanıyor. Bunlar artık sadece eczanelerde değil, marketlerde ve özel dükkânlarda satılıyor. Vitamin pazarı Amerika'da senede 25 milyar doları geçmiş durumda. Bizde durum henüz o kadar vahim olmasa da küçük Amerika olma yolunda hızla ilerlediğimize de hiç şüphe yok.
Zamanımızda çoğu insanın özellikle de hanımların çantasında Amerikan malı küçük turşu kavanozu cesametinde kahverengi şişeler var. Hatta öyle ki, artık neredeyse herkesin kendine özel bir vitamini, doğal besin desteği olmaya başladı. Üstelik bırakın kadın-erkek; çocuk-genç-yaşlı ayrımını, sarışınlar için farklı, kara kaşlılar için farklı, uzun boylular için farklı, saçını ortadan ayıranlar için farklı, atkuyruğu yapanlar için farklı ürünler var piyasada.
Oysa sağlıklı beslenen insanların, yiyeceklerden gerekli tüm vitaminleri aldıkları için ne daha sağlıklı olmak, ne daha geç yaşlanmak, ne filanca hastalıktan korunmak ve ne de daha güzel olmak için vitamin hapları alması lüzumlu.
Her şey C vitamini ile başladı
Vitamin çılgınlığının temelleri bundan 50 sene kadar önce Amerikalı biyokimyacı Linus Pauling tarafından atıldı. Biri kimya diğeri barışta olmak üzere iki ayrı dalda Nobel Ödülü kazanan tek kişi olan Pauling'in yüksek doz C vitamininin başta kanser, kalp hastalıkları ve enfeksiyonlar olmak üzere pek çok hastalığı önleyebileceğini ileri sürmesiyle vitamin modası da başlamış oldu ve aldı başını gitti.
Vitaminler, vücudumuzda sentez edilmeyen maddelerdir ve sağlıklı bir hayat sürmemiz için bunları almamız mutlaka gereklidir. C vitamini eksikliğinin iskorbüte, B1 vitamini eksikliğinin bir sinir hastalığı olan beriberiye, D vitamini eksikliğinin raşitizme yol açtığı çok iyi bilinir ama normal bir diyette bu vitaminlerin hepsi yeteri kadar hatta fazlasıyla mevcuttur. Hele de bizim gibi sebzenin, meyvenin, sütün, yoğurdun, yumurtanın bu kadar bol ve ucuz olduğu bir ülkede! Çok özel durumlar dışında bu vitaminlerin ekstradan ilaç olarak alınmasına ihtiyaç olmaz.
Ben de hiçbir hastama özel olarak vitamin hapı vermem. "Hangi vitamini alalım veya çocuğumuza hangi vitamini verelim?" diye soran hastalarıma "Mevsim meyve ve sebzelerini yiyin, sofranızdan sütü, yoğurdu, balığı, tavuğu eksik etmeyin, yeterli." derim. Elmanın yerini tutabilen bir vitamin hapının, balığın yerini tutabilen balıkyağı hapının henüz hiçbir ilaç fabrikasında yapılamadığını hatırlatırım onlara.
Vitaminler de aslında birer ilaçtır ve asla gelişigüzel kullanılmamalıdır. Gerçek vitamin eksikliklerinde düşük dozların bir yararının olmadığı ve vücudun ihtiyacından yüksek dozlarda alınan vitaminlerin ise çeşitli yan etkilere sebep oldukları da unutulmamalıdır.

Bir neşterle sara'ya son

İngiltere'de yapılan bir araştırma, ameliyatla sara nöbetlerinden kurtulmanın mümkün olduğunu gösterdi. University College London'a bağlı Beyin Cerrahisi Hastanesi doktorlarının, ameliyat edilen 615 hastayla yaptığı araştırmada, hastaların yüzde 82'sinin ameliyattan sonraki bir yılda hiç nöbet geçirmediği, yüzde 52'sini 5 yıl kriz tutmadığı, 10 yıl aradan sonra ise yüzde 47'sinin hâlâ nöbet geçirmediği saptandı.

ŞARTLARI BELLİ Ameliyat edilen hastaların ortalama 20 yıldır sara hastası olduğu kaydedildi. Araştırma başkanı John Duncon, sadece ilaçların yetmediği durumlarda ameliyat yaptıklarını belirtti.

HASTALIĞIN KESİN TEDAVİ YÖNTEMİ YOKSara için kesin tedavi bulunmamakla birlikte hastalığın yol açtığı nöbetler ilaçlarla kontrol altına alınabiliyor. Öte yandan bu araştırma Lancet tıp dergisinde yayımlandı

Gençler artık sosyal medyatik

Yapılan bir sosyal medya araştırmasının sonuçlarına göre, gençler haftada 50 saatini sosyal medyada geçiriyor.

YEDİ BÖLGEDE YAPILDI

Türkiye’deki lise ve üniversite öğrencilerini temsil edecek şekilde yedi coğrafi bölgeden 500 lise ve 500 üniversite öğrencisinin katılımı gerçekleştirilen araştırmada, anketlere katılan gençlerde yaş aralığı lise öğrencileri için 15-20, üniversite öğrencileri için 18-26 oldu.

ORTALAMA 415 ARKADAŞ

Araştırma sonuçlarına göre, gençler, 25 saat hafta içi, 25 saat hafta sonu olmak üzere bütün bir hafta 50 saatini sosyal medyada geçiriyor. Üniversite öğrencilerinin ortalama arkadaş sayısı 400, lise öğrencilerinin 439 iken, gençlerin Facebook’ta ortalama 415 arkadaşları bulunuyor.


Üniversitelilerin yüzde 71’i en fazla akşam 20.00-02.00 arası, liselilerin yüzde 67’si 16.00-24.00 arası Facebook’ta zaman geçiriyor. Facebook’ta marka sayfalarının takip edilme oranı üniversite öğrencileri için yüzde 43, lise öğrencileri için yüzde 49.


Twitter’da üniversite öğrencilerinin takip ettiği ortalama ünlü sayısı 24, lise öğrencilerininki 22,8 oldu. Liselilerin yüzde 43’ü ve üniversitelilerin yüzde 39’u, en az bir ünlü sayfasını takip ederken, en az bir marka sayfasını takip etme oranları sırası ile yüzde 18 ve yüzde 9.