30 Eylül 2011 Cuma

İlginç araştırma! Tweet'ler sabah farklı, akşam farklı!



84 ülkeden 2.4 milyon Twitter kullanıcısının attıkları mesajları iki yıl boyunca takip eden araştırmacılar, profesyonel faaliyetlerin, uykunun ve günlerin uzunluğunun, kullanıcıların coşku, neşe, stres, sıkıntı veya öfkesini açıklayan bir rolü bulunduğunu tespit ettiler.

Popüler mikro-blog sitesi Twitter kullanıcılarının attıkları mesajların, sabahları erken saatlerde pozitif ve neşeli olduğu, gün içinde giderek karamsarlaştığı belirlendi.

New York'taki Cornell Üniversitesi sosyoloji bölümü öğretim üyeleri araştırmalarında, gün içinde atılan ''tweet''lerden, görece olarak sabah erken ve akşam gece yarısına doğru olanların pozitif olduğunu gördüler.
Bu bulguların mizah anlayışının profesyonel faaliyetin yol açtığı stres tarafından belirleniyor olabileceğini düşündürdüğünü belirten araştırmacılar, sosyal medyanın gelişimi öncesinde elde edilen bu yöndeki benzer bulguların da bunu teyit ettiğinin altını çizdiler.
Bulgularıyla ilgili hazırladıkları makaleyi yarın Science dergisinde yayınlayacak bilimadamları, Twitter'da pozitif mesajların cumartesi ve pazar günleri daha çok atıldığını, bu olumlu mesajların da giderek karamsarlaştığını ancak hafta içine göre iki saat daha uzun sürdüğünü belirlediler.
Amerikalı araştırmacılar, bu gözlemlerin dünyanın değişik kültürleri ve ülkelerinde de benzer olduğunu belirterek, mesajların mizahi durumunun tamamen çalışma günlerine bağlı olduğunun altını çizdiler.
Araştırmada ayrıca mesajların tonu ile yaz ve kış gün dönümlerinde günlerin kısalması arasında da bir bağlantı bulundu.

Sizce Kaç Çocuk Gelin Var?

Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü'nce yapılan araştırmada korkunç rakamlara ulaşıldı... İşte çocuk gelinlerin sayısı;

Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü’ne göre 5 milyondan fazla çocuk gelin bulunuyor.
 Diyarbakır ve Şanlıurfa’da hastane koşullarında yapılan doğumlardaki çocuk annelik oranı bile sorunun ne kadar ağır olduğunu ortaya koyuyor. Bu yılın ilk 6 ayında 2 kentte 300 çocuk gelin doğum yaptı. Türkiye’de çocuk gelinler ve çocuk anneler sorunuyla ilgili ilk kapsamlı rapor önümüzdeki günlerde TBMM’de açıklanacak. Türkiye’de kızların yüzde 31.7’si küçük yaşta evlendiriliyor. Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü’ne göre ise Türkiye’de 5 milyondan fazla çocuk gelin bulunuyor. Bu yılın ilk 6 ayında resmi verilere göre Diyarbakır’da 181 çocuk anne oldu. Şanlıurfa’da ise 120 kız çocuğu doğum yaptı. Türkiye’nin en önemli toplumsal sorunlarından biri olan çocuk gelin ve çocuk anne olgusu, tüm yönleriyle, bilimsel bir araştırmayla ortaya kondu. Uçan Süpürge Kadın İletişim ve Araştırma Derneği Koordinatörü Halime Güner, yıllardır bu alanda ciddi veri eksikliği bulunduğunu, ancak ODTÜ Kadın Çalışmaları Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Yıldız Ecevit ve ekibi tarafından uzun bir süredir çalışmaları yürütülen kapsamlı bir raporun, 27 Eylül günü TBMM’de açıklanacağını belirtti.
Yüzde 31.7’si çocuk gelin
Türkiye’de Kadının Sorunları ve Statüsü’nün verilerine göre her yüz evlilikten 31.7’sinde çocuk gelin olgusu bulunuyor. Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü’ne göre ise Türkiye’de 5 milyondan fazla çocuk gelin bulunuyor. Yerel düzeyde toplanan veriler ise daha çok hastanelere yapılan doğum başvuruları üzerinden derleniyor. Diyarbakır ve Şanlıurfa’da hastane koşullarında yapılan doğumlardaki çocuk annelik oranı bile sorunun ne kadar ağır olduğunu ortaya koyuyor.

Utandıran Engelli Raporu


Engellilerin yüzde 65 i tanımadığı kişilerin alay, aşağılama gibi davranışlarına maruz kalıyor.

 Başbakanlık Özürlüler İdaresi Başkanlığı nca yaptırılan "Türkiye de Özürlülüğe Dayalı Ayrımcılığın Ölçülmesi Araştırması"nın sonuçlarına göre, Türkiye de yaşayan engellilerin yüzde 65 i tanımadığı kişilerin alay, aşağılama gibi davranışlarına maruz kalıyor.

En fazla alay edilen kesimi ise zihinsel engelliler oluşturuyor. Araştırma sonuçlarını dün Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf açıkladı. 29 ilde 1507 engelli arasında yapılan araştırmaya göre, engellilerin yüzde 47 si kamu görevlilerinin kötü muamelelerine maruz kalıyor. Yüzde 41.8 i de kamu kurumlarında ya da bankalarda görevlilerin ayrımcı davranışıyla karşılaşıyor.

Zihinsel Engelli Durumu

Araştırmaya göre, en fazla ayrımcılığa uğrayan engelli grubunun başında yüzde 35.7 ile zihinsel engelliler geliyor. Zihinsel engellileri yüzde 21.3 ile işitme engelliler, yüzde 20.6 ile görme engelliler, yüzde 10.2 ile ruhsal hastalığı olanlar, yüzde 8.2 ile de dil ve konuşma bozuklukları olanlar ve yüzde 4 ile ortopedik engelliler takip ediyor. Araştırmaya katılan çalışan engellilerin yüzde 31.5 i çalışma hayatında ayrımcılığa uğradıklarını söylerken, yüzde 4.7 lik bir kesim ise hiçbir zaman ayrımcılığa maruz kalmadıklarını açıkladı.

Dikkat! Deprem habercisi OLABİLİR

Fırat Üniversitesi (FÜ) Fen Fakültesi Kimya Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Yaman, TÜBİTAK destekli yaptığı çalışmayla Doğu Anadolu Fay Hattı'nda yer altı sularının depremlerden önce kimyasal özelliklerinde değişiklik olduğunu belirledi. Çalışma sonuçlarını bilimsel olarak yayımlayan Prof. Dr. Yaman, bu çalışmanın ardından Elazığ'da Golan kaplıcalarında su analiz istasyonu kurulması için hazırladığı projeyleTÜBİTAK'a başvurdu.

Yaman, AA muhabirine yaptığı açıklamada, 1999 Marmara Depremi sonrasında yazılı ve görsel basında ''kaplıca sularının miktarlarında, sıcaklığında değişme olduğu'' yönünde haberler yayınlandığını, kendisinin de bu haberleri izlediği zaman, ''Kaplıca suyundaki sıcaklık değişirse suyun çözebilme gücü de artar. Böylece yer altından gelirken temas ettiği kayaç ve tabakalardan çözebildiği madde miktarı da değişebilir, artabilir'' şeklinde fikir geliştirdiğini söyledi.

Bu suların analizlerinin yapılıp deprem öncesi ve sonrası değişikliğe uğrayan kimyasal özelliklerinin yorumlanabileceğini, böylece depremden önce suda meydana gelebilecek değişikliği tespit edip depremin önceden haber alınabilmesi çalışmalarında faydalı olacağını düşündüğünü anlatan Yaman, dünyada ve Türkiye'de bu yönde çalışmalar olduğunu, Kuzey Anadolu Fay Hattı'nda 15 günde bir alınan numunelerle bir çalışma yapıldığını, kendi çalışmalarının ise Doğu Anadolu Fay Hattı'nı kapsayan ilk çalışma olduğunu kaydetti.

Bu düşünceyi döktüğü projeye destek almak için 2006 yılına kadar uğraştığını anlatan Yaman, şunları söyledi:

''2006 yılında TÜBİTAK tarafından desteklendi. Proje kapsamında Erzurum'da 2, Erzincan, Bingöl, Kahramanmaraş ve Hatay'da birer kaplıcanın bir kısmından her gün, bir kısmından 15 günde bir örnekler aldık. Bu çalışma 3 yıl sürdü. 2009'a kadar alınan bu örneklere 72 element analizi yapıldı. Aynı süre içinde Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü Ulusal Deprem İzleme Merkezi'nin yayınladığı deprem sonuçları, tarihleri, büyüklükleri kayıt edildi. Önceki ve sonraki günlere ait su örnekleri analizleri değerlendirildi.''

Suların depremden önce değişimine, çalışma kapsamında Bingöl'deki bir kaplıcada son derece belirgin şekilde rastladıklarını belirten Yaman, ''Bingöl'de 3 Şubat 2007'de yaklaşık 3 şiddetinde 3 deprem meydana geldi. Bu depremden 1 gün önce aldığımız suda yapılan analizde bor, klorür, baryum ve germanyum elementlerinin litredeki miktarlarında sıra dışı anlamlı şekilde düşüş olduğunu gördük'' dedi.

Yaman, kaplıcadan kaplıcaya, deprem öncesi ve sonrasında değişen element cins ve miktarının değişiklik göstermekle birlikte elde ettikleri sonuçlara göre depremlerden önce yer altı sularında kimyasal özelliklerinde değişiklik olduğunu belirlediklerini, bunu bilimsel yayınını yaptıklarını kaydetti.

Yaman, ''Yer altı sularındaki değişiklikler, depremleri önceden haber verebilir mi?'' sorusuna ''evet' cevabını verdi.

GOLAN KAPLICALARINA SU ANALİZ İSTASYONU

Yaman, mevcut çalışmalarının kabul görmesinin ardından Elazığ'da Golan kaplıcalarında su analiz istasyonu kurulması için hazırladığı projeyi TÜBİTAK'a sunduğu ve inceleme aşamasında olduğunu söyledi. Projenin kabul edilmesi halinde Elazığ'ın Karakoçan ilçesindeki Golan kaplıcalarına su analiz istasyonu kurulacağını anlatan Yaman, istasyona kurulacak ölçüm cihazının, önceki çalışmada özellikle değişen elementlerden sadece klorürü ölçme yeteneğinde olduğunu aktardı.

Yaman, şunları söyledi:

''Bu projemiz desteklenirse online olarak klorür analizi yapan cihaz kurulacak. Bu cihaz da aslında 10 parametre ölçülebiliyor. Ama önceki projemizde değişen elementler içinde sadece klorürü ölçebiliyor. Onun için sadece klorür miktarını her 5 dakikada ölçüp, verileri bizim bilgisayara aktaracak. Anlamlı bir değişim olduğunda deprem olabileceğini görebileceğiz. Ayrıca otomatik su örnekleyici cihazı kurup, her yarım saatte bir su örneği alınacak. Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü Ulusal Deprem İzleme Merkezi'nin yayınladığı depremleri izleyeceğiz. Bölgede bir deprem olduğu zaman önceki ve sonraki saatlere ait su örnekleri analiz edilecek, yorumlanacak.''

Yaman, Türkiye'de başka bilim insanlarının da kendi bölgelerindeki kaplıcalar için bu tür projeler hazırlamalarının, depremlerin önceden bilinmesi çalışmalarına faydalı olacağına inandığını sözlerine ekledi

A vitamini hayat kurtarıyor


Dünya Sağlık Örgütü'nün tahminlerine göre dünya üzerinde yaklaşık 190 milyon çocuk A vitamini eksikliği çekiyor. Yapılan bir araştırma, A vitamini desteğinin yüz binlerce çocuğun hayatını kurtarabileceğini ortaya koydu.


Gelişmekte olan ülkelerde yaşayan çocuklar için hayatlarının en kritik yılı bir yaşına kadar geçirdikleri süre. Her yıl sekiz milyon çocuk henüz beş yaşına ulaşamadan dünyaya gözlerini yumuyor. Üstelik bu acı tablonun nedeni Somali'den Pakistan kadar dünyanın her yerine aynı... Yetersiz beslenme nedeniyle güçsüz bedenlerinin zatürre ve kızamık gibi hastalıklara ya da bağırsak enfeksiyonlarına karşı tamamen savunmasız oluşu.
Pakistan'ın Karaçi kentinde bulunan Ağa Han Üniversitesi Kliniğini'nde görev yapan çocuk doktoru Zülfikâr Buta A vitamini desteğiyle çocukları bu rahatsızlıklardan korumanın gayet kolay olduğuna dikkat çekiyor.
Yeni bir bulgu değil
A vitamininin çocukların hayatını kurtarabileceği yeni bir bulgu değil. Gelişmekte olan ülkelerde yapılan birçok araştırma bu durumu onaylar nitelikte. Dünya Sağlık Örgütü 1987 yılından bu yana yetersiz beslenen çocuklara A vitamini takviyesi yapılmasını tavsiye ediyor.
Ancak bu vitaminin çocuklar üzerinde ne gibi etkileri olduğunun bilinmediğini, hatta herhangi bir etkisi olmadığını savunan bazı uzmanlar, A vitamini takviyesine kuşkuyla yaklaşıyor. Bu nedenle doktor Zülfikâr Buta ve ekibi daha önce yapılan 43 araştırmayı yeniden incelemeye aldı  ve elde ettikleri sonuçları İngiliz Tıp Dergisi'nde yayınladı.
Zülfikâr Buta, araştırmayla ilgili olarak "Araştırmamız A vitamininin çok yararlı olduğunu ortaya koyuyor. A vitamini her dört çocuktan birini kurtarabilir. Bu, çocukların kötü beslendiği ve A vitamini eksikliği çektikleri ülkeler için gerçekten çok önemli bir kriter" şeklinde konuştu.
Sonuçlara göre A vitamini desteğiyle her yıl yaklaşık 600 bin çocuğun hayatını kurtarmak mümkün. Üstelik her çocuğun iki doz A vitamini desteği alması yeterli.
Veriler kayıt altına alınmalı
Dünya Sağlık Örgütü'nün Sağlıklı Beslenme ve Kalkınma Bölümü Başkanı Francesco Branca yapılan bu detaylı araştırmanın kendilerine önemli fayda sağladığının kaydetti.
Branca, “Araştırma, tavsiyelerimizi güncelleme konusunda bize yardımcı oldu. Bu yaş aralığındaki çocuklar için A vitamini desteğinin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha vurguladık. Tabii A  vitamini eksikliği tespit edilmesi halinde. Ülkelerin bunu özenli bir şekilde kayıt altına alması gerekiyor" dedi.
Gelişmekte olan birçok ülkede A vitamini destek programları onlarca yıldan bu yana uygulanıyor. Vitamin kapsülleri pahalı değil, üstelik genellikle uygulanan bir aşıyla birlikte verildiği için ek bir maddi külfet yaratmıyor.

Dağıtımla ilgili sorunlar
Ancak A vitamini desteğinin düzenli bir şekilde sağlanması için alınması gereken daha uzun bir yol var. Francesco Branca son dönemde bazı ülkelerde A vitamininin sağlık kurumları üzerinden dağıtılmaya başlanmasıyla, bu vitamine ulaşabilen çocukların sayısında düşüş yaşandığına dikkat çekiyor.
Doktor Zülfikâr Buta da örneğin kendi ülkesi Pakistan'da ailelerin çocuklarını aşılatmadığını, vitaminin doğru koşullarda saklanmadığını ve yeterince çabuk şekilde dağıtılmadığını belirtiyor. Araştırmanın çocuklar için A vitamininin ne kadar hayati olduğunu bir kez daha kanıtladığını vurgulayan Buta, “onları bu vitaminden mahrum etmek etiğe aykırı” yorumunu yapıyor.

Endişe verici araştırma: Öfkeli bir gençlik geliyor


İstanbul'da yaşayan 15-20 yaş arası gençler üzerinde yapılan psikolojik araştırmada ilginç sonuçlar ortaya çıktı.
Ben Ötesi psikoloji derneği kurucusu psikiyatrist Mustafa Merter ve ekibinin 616 öğrencinin katılımıyla gerçekleştirdiği çalışmada, gençlerin öfke, kaygı ve narsisizm duygularının her geçen yıl biraz daha arttığı tespit edildi.
Çeşitli psikolojik test yöntemlerinin kullanıldığı araştırmada gençlerin genel olarak kendilerini normalden fazla beğendikleri görülürken yüzde 88,8'inin klinik düzeyde kaygı sahibi olduğu saptandı. Amerika'da ise bu oran daha düşük. Amerika'daki gençlerin yüzde 85'i kaygı bozukluğu yaşıyor. Araştırmada ayrıca kaygı oranı yüksek olan gençlerin yüzde 54'ünün halk arasında yoğun iç sıkıntısı olarak tanımlanan 'anksiyete bozukluğu' taşıdığı belirlendi. 1982 yılında İstanbul, Ankara, İzmir ve Mersin'de 15-19 yaş arası öğrenciler üzerinde yapılan araştırmada kaygı oranı yüzde 47'ydi. Geçen zaman diliminde bu oranın yükselmesi Türk gençlerinin duygusal açıdan yıprandığını gösteriyor.
Araştırmada çeşitli kişisel ve sosyal durumların birbirleriyle olan ilişkisine de dikkat çekildi. Buna göre; 15-20 yaş arası gençlerde öfke arttıkça kendine saygı da azalıyor. Eğitim düzeyi yüksek ebeveynin çocuklarında öfke ve kaygı daha az. Aile şehirde yaşıyorsa çocukta narsisizm ve kendine saygı artıyor. Ailenin gelir düzeyi yükseldikçe ve yaş ilerledikçe öfke, narsisizm ve kendine güven artıyor. Anne babası boşanan çocuklar daha narsist. Sağlık problemi yaşayan gençlerde öfke düzeyi yaşamayanlara göre çok daha yüksek. Hastalık sahibi gençlerin sağlıklı gençlere oranla kendilerine olan saygıları düşük.
Kızlar kaygılı, erkekler özgüvenli
Araştırmanın diğer bulgularına göre erkekler 'öfkeyi kontrol edememe', kızlar ise 'kaygı yaşama'da daha yüksek puan aldı. Ayrıca erkeklerin kendine olan güveni kızlara göre daha fazla. Öfke ve kaygıda cinsiyet farklılığının önemli bir faktör olduğunu ortaya koyan araştırmada ayrıca kız ve erkeklerin ebeveynleri de araştırıldı ve şu sonuçlara ulaşıldı: Sürekli kaygı yaşayan kızlar, çok kardeşli ve babalarının eğitim düzeyi düşük. Kaygı yaşayan erkeklerin annelerinin ise eğitim düzeyi düşük ve büyük yerleşim yerlerinde yaşıyor.

Siz ne tip hastasınız?


ABD’de onkolog Jerome Groopman ile endokrinolog Pamela Hartzband yaptıkları araştırmalar sonucunda hastaların düşünce yapılarına göre 4’e ayrıldıklarını ortaya koydu.


İki doktor, insanların sağlıkları hakkındaki kararları nasıl verdiklerini araştırdı. Araştırma sonucunda tespit edilen 4 tip hasta grubu şöyle:
1. İnananlar: Sorunlarının bir çözümü olduğuna inanıyor ve onu bulmak istiyorlar. Çözümü öğrendiklerinde ise bunu gerçekleştirmek için şüphe duymadan uygulamaya koyuyorlar. Bu insanlar ciddi ameliyat kararlarını daha kolay verebiliyor.
2. Şüpheciler: Riskten hoşlanmıyor ve her şeyin bir yan etkisi olabileceğine, tedavinin hastalıktan kötü sonuçlara yol açabileceğine inanıyorlar. Hastalık konusunda önemli kararları almakta daha çok zorlanıyorlar.
3. Minimalistler: Çok ihtiyaç olmadıkça ilaç almaktan kaçınıyorlar. Bıçak kemiğe dayanmadıkça tıbbi müdahale istemiyorlar.
4. Maksimalistler: İleriye dönük önleyici tedbirler almayı seviyorlar. Bir sorunu ortadan kaldırmak ve hatta önceden engelleyebilmek için mümkün olan her şeyi yapıyorlar.

Tombul bebek sağlıklı değil


Tombul bebek sağlıklı değil

Tüm dünyada her geçen gün artan obezite, özellikle çocukları ilerleyen dönemlerde ciddi sağlık sorunları ile baş başa bırakıyor.

Dünya genelinde 12 ülkede bin 203 sağlık profesyoneliyle gerçekleştirilen araştırmada çarpıcı sonuçlar elde edildi.
Çocuk doktorları ve diğer sağlık profesyonellerinin erken çocukluk dönemi beslenmesine yönelik algı ve davranışlarının yanı sıra, bebek ve küçük çocukların büyüme ve gelişimi için dengeli beslenme konusunda mesleki eğitim ihtiyacını ortaya çıkarmak amacıyla yapılan NOURISH araştırmasında, anne-babaların çocuk beslenmesinin önemini anlamadığı ortaya çıktı.

Araştırma sonucuna göre, ankete katılan sağlık çalışanlarının yüzde 47'si anne babaların erken dönemdeki çocuk beslenmesinin uzun vadeli etkilerini tam olarak anlayamadıklarını düşünüyor.

Günümüzde bilim insanları kilolu olmayan bebekleri sağlıklı kabul ederken, NOURISH anketinin sonuçlarına göre, sağlık profesyonelleri ebeveynlerin bu fikri anlamaktan uzak olduğunu belirtiyor. Dünya genelinde ankete katılan sağlık profesyonellerinin yaklaşık yüzde 44'ü, ebeveynlerin bu fikri ''çok iyi'' anlamadıklarını ya da ''hiç anlamadıklarını'' ifade ediyor. Son araştırmalar, erken dönem bebek beslenmesi ile uzun vadeli obezite arasında bir bağlantı olabileceğine işaret ediyor.

Aşırı beslenme, belirli gıdaların ya da gıda bileşenlerinin fazla tüketimi ilerleyen yaşlarda kalp hastalığı, inme, diyabet ve kanser gibi kronik hastalıklara neden olabiliyor.

ANNE BABALARIN EĞİTİME İHTİYACI VAR
Araştırmanın sonuçları, anne babaların çocuklarının beslenme ihtiyaçları hakkında eğitilmeye ihtiyaçları olduğunu ortaya koyuyor.

Sağlık profesyonellerinin yüzde 72'si gelişim için gerekli olan besin ögelerinin fazla tüketilme riski olduğunu ifade ediyor. Ancak ebeveynlerin yüzde 76'sı çocuklarının bazı besin ögelerini alamaması konusunda daha fazla kaygı duyuyor.

Obezite, çocuklar için büyük risk oluştururken, çocuklarının dengeli beslenmesi konusunda kaygı taşıyan anne babaların oranı yüzde 66. Bazı besin ögelerinin fazla alınabileceği konusunda kaygısı olanların oranı ise yüzde 43'te kalıyor.

Araştırmada, anne babalar ile sürekli kurulan diyaloğa rağmen, doğru ve dengeli beslenme konusunda ''çok ilgili'' anne babaların yüzde 17 olduğu belirtiliyor.

''DÜNYADA BEŞ YAŞINDAN KÜÇÜK YAKLAŞIK 43 MİLYON ÇOCUK AŞIRI KİLOLU''
Ankete göre, Asya-Pasifik bölgesindeki hekimlerin yüzde 86'sı, çocukların aşırı beslenme riski ile karşı karşıya kalabileceğini düşünüyor. Hekimlerin yüzde 20'si, anne babaların çocuklarının aşırı beslenmesi konusunda kaygılandığını pek düşünmüyor.

Ortadoğu'daki hekimler ise çocukların aşırı beslenme riski ile karşı karşıya kalabileceğini en az düşünen bölgeyi oluşturuyor (yüzde 40). Bu hekimlerin yüzde 67'si bölgedeki anne babaların çocuklarının bazı besin ögelerini aşırı tüketebileceği hakkında en çok kaygılanan anne babalar olduğunu düşünüyor.

NOURISH anketine katılan sağlık profesyonellerinin yüzde 65'i aşırı beslenmenin çocuklarda sağlıksız ve hızlı kilo almadaki en önemli faktör olduğunu, yüzde 94'ü ise 5 yaşına kadar protein, karbonhidrat ve yağ gibi besin ögelerini doğru miktarda almanın çocuk gelişiminde önemli rolü olduğunu belirtiyor.

Son verilere göre, 2010 yılında dünyada beş yaşından küçük yaklaşık 43 milyon aşırı kilolu çocuk bulunuyor. Bilimsel literatürde dengesiz beslenme, enerji, protein ve/veya diğer besin ögelerinin alımındaki eksiklikler, fazlalıklar ve dengesizliklerin tümü olarak tanımlanıyor. Hem yetersiz hem aşırı beslenen çocuklar için bu ifade kullanılıyor.

Onlar da konuşuyormuş!


Yunuslar da bizler gibi konuşuyor!

Dünya üzerinde konuşan tek canlı insan değilmiş! İşte bizim gibi konuşan sevimli dostlarımız...


Aarhus Üniversitesi Biyoloji Bölümü Departmanı'nın yaptığı araştırmaya göre, yunuslar sanılanın aksine ıslık çalarak iletişime geçmiyor, tıpkı bizler gibi konuşuyorlar. Araştırma ekibinin başı Peter Madsen ve ekibi insanların ses tellerinin çalışmasına benzer bir şekilde yunusların da dokularındaki titreşimlerle ses çıkartıyorlar.
1977 yılında iri burun bir yunusun kayıtlarını analiz eden ekip, yunusun "heliox" adı verilen bir karışımı hava olarak soludğunu ortaya koydu. Yüzde 80'i helyum yüzde 20'si oksijen olan bu karışımı insanlar soluduğunda seslerinin ördek gibi çıkabileceği söyleniyor. Normal havadan sesi 1,74 kat daha hızlı taşıyan bu karışımla yunuslar, burunlarındaki bağlantı dokularını kullanarak tıpkı insanların ses tellerini kullandığı gibi iletişime geçebiliyorlar.
Tüm, dişleri olan yunusların bu yöntemle iletişime geçtiklerini belirten araştırma ekibi, yunusların toplu halde gezerken kimlik bilgileri gibi şeyleri paylaştıklarını belirtiyor.

Çalışan erkeklerin yüzde 36’sı şiddet mağduru


Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof Dr. Serpil Aytaç’ın başkanlığında bir grup akademisyenin kamu kuruluşlarında hiyerarşik yapı göz önüne alarak yaptığı işyerinde şiddet konulu araştırma 3 yılda tamamlandı.
Çalışan erkeklerin yüzde 36’sı şiddet mağduru
Kitap haline getirilen araştırma sonuçları, kadına şiddetin baş aktörü görülen erkeklerinde işyerinde şiddet mağduru olduğunu ortaya çıkardı. Araştırma ayrıca çalışan kadınların üstleri olan hemcinslerinin şiddetine maruz kaldığını gözler önüne serdi.

3 YIL SÜRDÜ...

3 yıl süren araştırması sonucu elde edilen verilere göre çalışan erkeklerin yüzde 36’sının şiddet mağduru olduğu ortaya çıktı. Sağlık, eğitim, güvenlik (polis) ve kamu kuruluşlarında çalışan 3 bin kişiyle kapalı zarf usulü anket yapıldı. Yöneltilen sorulara bin 708 kişi cevap verdi. Elde edilen verilere göre erkeklerin yüzde 36’sı kadınların ise yüzde 50’si şiddete maruz kalıyor. “İşyerinde Şiddet” ismiyle kitap haline getirilen araştırmanın sonuçlarına göre anket katılanların yüzde 8’i fiziksel şiddete, yüzde 30’u psikolojik şiddete yüzde 39’u sözel şiddete (aşağılamak, hakaret ve küfür) yüzde 2’si ise cinsel şiddete maruz kalıyor.
 
HEDEF DOKTOR VE HEMŞİRE

Yapılan araştırma işyerinde maruz kalınan şiddetin en yüksek görüldüğü kurum sağlık sektörü. Doktor ve hemşirelerin yüzde 55’i şiddet mağduru. Genelde şiddet kurum dışından uygulandığı gibi büyük oradan fiziksel şiddet olarak meydana geliyor. Sağlık sektöründe kurum içinde ise yıldırma (Mobbing) şiddeti uygulanıyor.
 
KADIN  KADINDAN ŞİDDET GÖRÜYOR

İşyerinde  kadınlara şiddeti yine hemcinsleri uyguluyor. Bunun birçok sebebi olmakla birlikte en önemli neden olarak kariyer hırsı gösteriliyor. Araştırmaya göre belirli bir yaşa gelmiş kadınlarda zirvede olma telaşı birçok farklı uyarıcıyı da tetikliyor. Çevresinde statüsünü kolay kazanmış kadınların hemcinslerine psikolojik olarak uyguladıkları şiddetin boyutu bazen depresyona kadar varıyor. Sözlü şiddet anlamına gelen mobbing kavramı işyeri kültürünün bir parçası haline gelmiş durumda.
 
FİZİKSEL ŞİDDETTEN YOLA ÇIKILDI

Prof Dr. Serpil Aytaç, 2006 yılında tamamlanan işyerinde yıldırma mobbing araştırmasından yola çıktıkları belirterek, “Bin 300 kişi üzerinde o dönem yaptığımız araştırma sonuçlarında iş yerinde yüzde 55’lik bir oranın psikolojik şiddeti mağduru olduğun gördük. Bunun üzerine gerekli izinlerin alınmasının ardından bu araştırmayı genişletip fiziksel şiddet başta olmak üzere diğer türlerinde uygulanıp uygulanmadığını araştırdık. Ve çıkan sonuçlar erkeklerin iş yerinde şiddet mağduru olduğunu gördük” dedi.

Hardal kanserli hücre oranını azaltıyor

Almanya’da yapılan bir araştırma, yemeklerin yanında sos olarak hardal tüketilmesinin insan sağlığına olum etki ettiğini ortaya çıkardı. Freiburg Üniversitesi’nde yapılan incelemede, hardaldaki acı sosun, ızgara etlerdeki kanserojen maddeyi ortadan kaldırdığı belirlendi. Araştırmayı yürüten Volker Mersch Sundermann “Fazla pişmiş ette hastalığa sebep olan, kanserli hücreler oluşur. Fakat düzenli olarak hardal tüketmek kandaki kanserli hücre oranını azaltıyor” dedi. Hergün 20 gram hardal yiyen gönüllülerin kan numunelerini inceleyen Alman bilim adamları, katılımcılarda bulunan zararlı hücrelerin ortalamaya göre daha az olduğunu açıkladı.

Güneş kremlerini kışın da kullanın

Mersin Üniversitesi öğretim Üyesi Prof. Dr. Ayşın Köktürk, özellikle yaz aylarında kullanımı artan güneşten koruyucu kremlerin kışın da tercih edilmesinin faydalı olacağını bildirildi. Prof. Dr. Köktürk, güneş ışınlarından korunmanın cilt sağlığı açısından son derece önemli olduğunu söyledi. Güneş ışınlarının cildin kırışmasına ve yaşlanmasına neden olduğunu belirten Köktürk, “Aslında yaşlanmayı önleyici krem kullanılacağına güneşten koruyucu kremler kullanılırsa kırışıklıklar daha geç oluşur” dedi. Güneş ışınlarının deride her zaman aynı etkiyi yaptığını ifade eden Köktürk, şöyle konuştu, “Güneş ışınlarının cilt üzerindeki etkisi sıcaklıklarla ve mevsimlerle ilgili değil. Bu nedenle güneş ışınlarının yoğun olduğu yaz mevsiminin yanı sıra kışın da güneşten koruyucu kullanmak önem taşıyor. Kış güneşi de olsa hatta direkt güneş ışığı gelmese bile korunmak gerekiyor. Çünkü ışınlar buluttan bile geçiyor.”

Tansiyon hastaları dikkat!


Yapılan bir araştırmaya göre yüksek tansiyon hastalarının kansere yakalanma riski daha yüksek.


Avrupa'daki 3 ülkede 600 bine yakın kişi üzerinde yapılan bir araştırma, yüksek tansiyonluların kansere yakalanma ihtimalinin, erkeklerde daha yüksek olmak üzere ortalama yüzde 10 ile 20 oranında daha fazla olduğunu ortaya çıkardı.

Belçikalı araştırmacı Mieke Van Hemelrijck önderliğinde bir ekip tarafından Norveç, İsveç ve Avusturya'da ortalama yaşları 44 olan 289 bin 454 erkek ve 288 bin 345 kadının dahil edildiği araştırmada, 12 yıl boyunca takip edilen deneklerden 22 bin 184 erkek ve 14 bin 744 kadın kansere yakalanırken, erkeklerden 8 bin 724'ü ve kadınların 4 bin 525'i hayatını kaybetti.

Stockholm'de düzenlenen Avrupa çok disiplinli kanser kongresine sunulan araştırmaya göre, yüksek tansiyonlu erkeklerin düşük tansiyonlu hemcinslerine göre kansere yakalanma riski yüzde 29 daha fazla. Kadınlarda ise tansiyon ve tüm kanser türleri arasında doğrudan bir ilişki kurulamazken, yüksek tansiyonlularda özellikle karaciğer, pankreas, deri ve rahim ağzı kanserinde artış gözlemlendi.

Falımda depresyon yok

Falımda depresyon yok

ABD'de yapılan bir araştırmaya göre, günde iki fincan ya da daha fazla kahve içen kadınların depresyon yaşama oranı, hiç içmeyenlere göre yüzde 15-20 daha az.


ABD'de yapılan bir araştırmaya göre günde iki fincan ya da daha çok kahve içen kadınlarda depresyon riski azalıyor.
Kahvenin neden böyle bir etki yaptığı henüz anlaşılamadı, ancak çalışmayı yürüten uzmanlar kahvedeki kafeinin beyindeki kimsayal süreçleri etkilediğini düşünüyor.
Zira kafeinsiz kahve içilmesi aynı etkiyi yaratmıyor.
Bununla birlikte, bulgularının henüz 'daha çok kahve içilmesi' şeklinde bir tavsiye olmadığını belirtiyorlar.
Harvard Üniversitesi'nden uzmanlar 50 bin hemşireyi kapsayan araştırmalarının sonuçlarını dahiliye alanındaki araştırmalara yer veren Archives of Internal Medicine, dergisinde yayımladı.
Araştırma kapsamında hemşirelerin sağlıkları 1996-2006 yılları arasında incelendi ve kendilerinden kahve tüketimi konusunda sorular içeren anketleri doldurmaları istendi.
Bu süre içinde depresyon yaşayan 2600 kadının büyük bölümü, kahve tüketmeyen ya da nadir tüketen gruplardandı. Buna göre, günde 2-3 kahve içen kadınlarda depresyona girme eğilimi, kahveyi nadiren tüketen hemcinslerine göre yüzde 15, dört fincan içenlerde yüzde 20 oranında azaldı.
Kahve tiryakileri arasında sigara ve alkol kullanma oranları daha yüksekken, obezite, yüksek tansiyon ve diyabet oranları nispeten azdı.
Buna karşılık cemiyet grupları ve kilise etkinliklerine katılım gibi oranlar daha düşük çıktı.
Uzmanlar tüm değişkenleri sabitledikten sonra bile kahve tüketimi ve depresyon oranlarının sürdüğünü kaydediyor.

Dikkatler kafein üzerinde

Daha önce yapılan bazı başka araştırmalarda da, kahve tiryakileri arasında intihar oranlarının daha az olduğu belirlenmişti.
Kafein beyinde adenosin gibi bazı kimyasalların iletiminini engellediği biliniyor. Uzmanlar belirledikleri bağlantıya bunun yol açıp açmadığını belirlemek için ek çalışmalar gerektiğini kaydediyor.
Ancak aradaki bağlantı daha farklı ve basit bir neden sonuç ilişkisine de dayanıyor olabilir.
Örneğin olumsuz bir ruh hali içindeki kişiler, kahve içmemeyi seçiyor olabilir. Depresyonun belirtilerinden biri uykusuzluk ve kafein de bu sorunu şiddetlendirebilecek bir uyarıcı. Yani kahve içenlerin depresyona girmemesi yerine, depresyondakilerin kahve içmemesi ve bunun verileri etkilemesi söz konusu olabilir.
Dahası aşırı kafeinin anksiyeteyi artırabildiği de biliniyor.
İsveç'teki Karolinska Enstitüsü'nden farmakoloji ve fizyoloji uzmanı Prof. Bertil Fredholm, yine de bulguların kahveseverler için iyi haber olduğunu düşünüyor.
Bunun önceki araştırmaları pekiştirdiğini söyleyen Fredholm, "bize kahvenin zararlarını kanıtlamak için verilen tüm çabalara rağmen, kanıtlar bu yönde değil." diyor.
Fredholm'e göre, "Bu araştırma kafein kullanımı konusundaki bir kaygıyı daha gideriyor. Makul düzeylerde içildiğinde, kafeinin sağlığımıza zarar verecek şeylerden biri olmadığı görülüyor".

Çocuğunuzu aşırı kollamayın!


Utangaçlıkla karıştırılmaması gereken ruh sağlığı sorunu sosyal fobide, ailenin ketleyen, aşırı koruyan ve baskılayan tutumu, çocukta sosyal fobi gelişme riskini 3 kat artırıyor.   


Ankara Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Klinik Şefi ve Başhekim Yardımcısı Doç Dr. Nesrin Dilbaz, kongre başkanlığını üstlendiği KKTC'de düzenlenen 6. Ulusal Anksiyete Kongresi'nde yaptığı açıklamada, sosyal kaygı bozukluğunun (sosyal fobi) sık rastlanan bir ruh sağlığı sorunu olduğunu ve dünya genelinde yüzde 13 sıklıkta görüldüğünü söyledi.        
Toplum önünde başkalarıyla birlikteyken yanlış bir şey yapacağından korkma, başkaları tarafından alay edilecek, aşağılanacak endişesi taşıma ve bundan dolayı toplum içinde yapılacak işlerden kaçınma davranışının sosyal fobi olarak tanımlandığını belirten Dilbaz, bunun çocuğun sosyalleşeceği 13-14 yaşlarında başladığını ifade etti.       
Dilbaz, hekime başvuru yaşının genellikle hastalığın başlangıcından 15-25 yıl sonra olduğuna dikkati çekerek, bu gecikmenin sosyal kaygı bozukluğunun tedavi edilebilir bir hastalık olduğunun bilinmemesi ve bunun kişilik özelliği olarak görülmesinden kaynaklandığını söyledi.
       
''UTANGAÇLIKLA KARIŞTIRILMAMALI''Dilbaz, ergenlik çağında çocuğun içine kapanmasının ve toplum içinde olmaktan kaçınmasının utangaçlıkla karıştırılmaması gerektiğini vurguladı.        
Önceden girişken, neşeli olan ancak birden bire içine kapanan kişilerde sosyal fobi gelişmiş olabileceğine işaret eden Dilbaz, bu belirtilerin aileler tarafından ergenlik ya da okul değişimi gibi nedenlere bağlanarak gözden kaçırıldığını dile getirdi.       
Dilbaz, şu bilgiyi verdi:        
''Örneğin, üniversite dönemlerinde karşı cinsle arkadaşlık kuramama, kültürel etkinliklerin içinde yer alamama, bir toplantıda konuşma yapamama, önceden hazırlanmış bir raporu sunamama, başkalarının yanında yemek yiyememe-içememe, başkalarının oturduğu odaya girmekten kaçınma, ısrarlı bir satıcıya karşı duramama, arkadaş toplantısına, partiye girememe sosyal fobinin en belirgin özellikleridir.        
Göz temasından kaçınma, ses tonunun düzleşmesi, iki büklüm başı öne eğik duruş, özür dileme ve kendini değersiz hissetme cümleleri, bir yabancı ile tanışma veya tanıştırılmaktan kaçınma, utanacak veya küçük düşecek bir şey yapma endişesi, ellerinin titremesinden korkma bu kişilerin yaşadığı sıkıntılar arasında yer alıyor.''
        
''YÜKSEK OKUL BAŞARISI, SOSYALLEŞMEYİ GERİLETEBİLİYOR''
Sosyal fobinin görülme sıklığı açısından Orta Doğu Teknik Üniversitesinde (ODTÜ) bin öğrenciyi kapsayan bir araştırma yaptıklarını belirten Dilbaz, öğrencilerin bu okula çok iyi puanlarla girdiğini, yüksek okul başarısına sahip olduğunu, araştırma için ODTÜ'nün bu yüzden seçildiğini anlattı.        
Dilbaz, araştırma sonucunda ''öğrencilerin yüzde 21'inde sosyal fobi çıktığını'' ifade ederek, ''Yüksek okul başarısı, bu çocuklarda sosyalleşmeyi geriletebiliyor, baskılayabiliyor. Başarılı olabilmek için sosyal aktivitelerden uzak kalan gençler, başarılı ancak içine kapanık olabiliyor'' dedi.
       
''KETLEYEN AİLE, ÇOCUKTA SOSYAL FOBİ RİSKİNİ 3 KAT ARTIRIYOR''Dilbaz'ın verdiği bilgiye göre, sosyal fobisi bulunan kişilerde aile yapısı çok önem taşıyor.       
Sürekli eleştiren ebeveynler, çocuklarında sosyal fobi gelişmesine neden olabiliyor. Çocukların yetiştirilirken ketlenmemesi gerekiyor. Yaptığı güzel davranışların ödüllendirilmesi ve çocuğun onore edilmesi isteniyor. Olaylar karşısında 'Niye böyle yaptın? Bak olmadı işte' yerine 'Şu yolu da deneyebilirdin, belki şansın artardı' gibi cümlelerin kurulması öneriliyor. 'Yapamazsın, anlamazsın' gibi olumsuz cümleler kullanılmaktan kaçınılması gerekiyor.        
Ketleyen ailesi olan çocuğun, sosyal fobi sahibi olma riski 3 kat artıyor. Bu nedenle, öncelikle anne ve babanın daha çocukluktan itibaren çocuğuna 'yapabilirsin, başarabilirsin, istersen olabilir' gibi olumlu cümleler kurması ve onu teşvik etmesi tavsiye ediliyor.        
İleri derecede kaygılı bir anne ya da baba aşırı kollayıcı ve koruyucu olabiliyor ve böylece çocuğun kendi başına araştırma ve inceleme yapma gereksinimini engelleyebiliyor. Böyle bir engelleme de çocuğun özerkleşmesini ve kendine güven kazanmasını zorlaştırıyor. Sürekli bir korku içinde olan çocuk, sürekli olarak kaçınıyor ve insanlarla karşı karşıya gelemiyor.        
Sosyal kaygıda doğum sırası da önem taşıyor. En utangaç çocuklar tek çocuklar olup, onları takiben ilk çocuklar geliyor. En küçükler en az utangaç olanlar. Buna göre kardeşlerin olması sosyal becerileri öğrenme ve test etme olanağını veriyor.
        
''YÜKSEK ORANLARDA ALKOL VE MADDE KULLANIMI GÖRÜLÜYOR''
Sosyal fobisi olan kişilerde korktukları durumlarla karşılaştıklarında sıklıkla çarpıntı, titreme, terleme, kaslarda gerginlik, midede burulma duygusu, ağızda kuruma, ateş basması ve üşüme duygusu ve kafada basınç duygusu ya da baş ağrısı gibi belirtiler görülüyor.        
Bugün artık on kişiden birinde yaşamının bir döneminde sosyal fobi görülebildiği düşünülüyor. Stresli ve küçük düşürücü bir yaşantıdan sonra birden başlayabileceği gibi yavaş yavaş da ortaya çıkabiliyor. Çoğunlukla sürekli bir gidiş gösteriyor, erişkinlikte şiddetlendiği ya da kısmen hafiflediği olsa da hastalık genellikle yaşam boyu sürüyor. Bu kişilerde ayrıca yüksek oranlarda alkol ve madde kullanımı da görülüyor.        
Sosyal fobisi olan kişilerin intihar etme olasılıkları genel toplum ortalamasının yaklaşık iki katı olarak dikkati çekiyor. Toplumda sosyal fobisi olan çoğu kişi toplum önünde konuşmaktan korkarken, yarısından biraz daha azı yabancılarla konuşmaktan ya da yeni insanlarla karşılaşmaktan korkuyor. Hastaneye yatırılmayı gerektirmiyor.
       
''TEDAVİYİ ALMAYANLAR, KARİYER YAPMA ŞANSINI KAYBEDEBİLİYOR''Sosyal fobi, çok uzun soluklu bir tedaviyi gerektiriyor.        
Tedavide, ilaç ve psikoterapi uygulanıyor. Bireysel terapinin dışında özellikle grup terapisinden büyük yarar sağlanıyor.      
İlgili tedaviyi almayanlar, işlerinde kariyer yapma şansını kaybedebiliyor. Örneğin, imza atarken ellerinin titremesinden endişe eden bir bankacı, kendisine gelen müdürlük görevini reddediyor, viyolonsel çalan bir öğrenci, birebirken yüksek performans gösterirken arkadaşlarının yanında çalamadığından konservatuvarı bırakmak zorunda kalabiliyor.        
Sonuç olarak, zamanında tedavi edilmeyen kişiler, mesleklerinde ilerleyemiyor, genellikle bekar oluyorlar. Çünkü, evlilikte başarı gösteremiyorlar, ilişki kuramıyorlar. Kırsal kesimde, genellikle görücü usulü ile evleniyorlar. Kapanık, içine dönük oluyorlar.

Bunamanın ilacı kahkaha

Avustralya'da yapılan bir araştırma, gülmenin bunama hastalarının tedavisinde gözle görülür fayda sağladığını ortaya koydu.


Avustralya'da yapılan bir araştırma, gülmenin bunama hastalarının tedavisinde gözle görülür fayda sağladığını ortaya koydu.

Mizahı bir terapi yöntemi olarak kullanan ve daha önce de palyaço kılığına girerek hasta çocuklarla çalışan Avustralyalı terapist Jean-Paul Bell tarafından yapılan araştırma, bunama hastalarının hayatını daha neşeli hale getirerek onların ruh hallerinin, kaygı düzeylerinin, davranış bozukluklarının ve sosyal hayata katılım düzeylerinin iyileştirilebileceğini gösterdi.

Bell, Sydney'deki 36 bakımevinde kalan 400 bunama hastasını dahil ettiği ve Gülücük adını verdiği üç yıl süren araştırması kapsamında, üzerinde renkli ve gülünç kıyafetlerle bunama hastalarına oyunlar oynattı, şakalar yaptı ve Hawaii'nin geleneksel çalgısı ukuleleyi çalıp şarkılar söyletti.

Neşe terapisti Bell'in yöntemine olumlu tepki veren hastaların hem kendilerini daha mutlu hissettikleri, hem de kaygı düzeylerinde yüzde 20'lik bir azalma meydana geldiği saptandı. Bell'in yöntemini değerlendiren uzmanlar, sözkonusu oranın hastalara verilen antipsikotik ilaçların sağladığı etkiyle aynı olduğunu vurguladı.

29 Eylül 2011 Perşembe

Kahve kadınlarda depresyon riskini azaltıyor


Kahve kadınlarda depresyon riskini azaltıyor
ABD’li uzmanlar tarafından yapılan bir araştırma, sıklıkla kahve içen kadınlarda depresyona girme eğiliminin, kahveyi nadiren tüketen hemcinslerine göre yüzde 20 oranında azaldığını ortaya koydu.
Araştırma ekibinde yer alan Harvard Üniversitesi’nden Alberto Ascherio, kahve tüketiminin enerjiyi arttırdığını ve iyi hissetmeyi sağladığını belirterek, bu son araştırmanın, uzun süreli ve kronik hale gelen kafeinli kahve tüketiminin etkilerini ortaya çıkarmayı amaçladığını ifade etti.

GÜNDE 4 FİNCAN KAHVE

Araştırma kapsamında, ortalama yaşları 63 olan yaklaşık 50 bin kadının yıllar içindeki kahve tüketme sıklığının incelendiğini kaydeden Ascherio, düzenli olarak günde 4 fincan ya da daha fazla sayıda kahve içen kadınların, kahveyi sıklıkla tüketmeyen kadınlara oranla yüzde 20 daha az depresyona girdiğinin saptandığını belirtti.
Uzmanlar ayrıca, çok sık kahve içen kadın ve erkeklerde Parkinson hastalığına yakalanma riskinin de azaldığını belirledi.

Meyve suları masum değil!



Sabahları kahvaltıda meyve suyu içmek güne başlamak için sağlıklı bir yöntem gibi görülebilir. Ancak meyve suyu sanıldığı kadar da masum değil.
Bilim adamları meyve sularının çok fazla şeker içerdiği için bazı kanser türlerine yakalanma riskini artırdığını açıkladı. Avustralyalı araştırmacılar 2200 yetişkinin beslenme alışkanlıklarını inceledi. Ekip daha sonra iki yıl boyunca gönüllülerin hangi hastalıklara yakalandığını gözlemledi.

Araştırma sonucunda elma, Brüksel lahanası, karnıbahar, brokoli yiyenlerde belli tümörlerin gelişimi önlenirken meyve suyu içenlerin daha yüksek bir risk taşıdığı ortaya çıktı.

Amerikan Dietetik Derneği'nin dergisinde yayınlanan araştırmaya göre günde üç bardaktan daha fazla meyve suyu içenlerin bağırsak ve rektum kanserine yakalanma olasılığının içmeyenlere göre daha fazla olduğu belirlendi.

Sonuç olarak meyve suyu yüksek oranda şeker içerdiği için bazı tümörlerin oluşumunu tetiklediğine inanılıyor.

Araştırmayı yapan ekipten bilim adamları ayrıca meyvelerde bulunan ve bağırsak kanserini önlemeye yardımcı olan C vitamini, lif gibi antioksidan maddelerin meyve suyunda bulunmadığını belirtti.

GAZLI İÇECEKLERDEN DAHA İYİ

Bu araştırmanın sonuçlarına rağmen bilim adamları insanların meyve suyundan kaçınmamaları gerektiğini söyledi. Yemeklerde
 ya da gün içerisinde gazlı içecekler tüketmektense meyve suyu tüketmenin daha faydalı olduğu belirtildi.

İngiliz araştırmacılar da kuru meyvelerin ve kuru eriğin de oldukça faydalı olduğunu ve meyve suyunda bulunandan çok daha az miktarda şeker içerdiğini söyledi.

İngiltere'de kanser araştırmaları yapan Nell Barrie, bu araştırma sonuçlarının önemli olduğunu ancak daha kapsamlı araştırmalara ihtiyaç duyduklarını belirterek farklı meyveler için, farklı kanser türlerinde daha değişik sonuçlar elde edilebileceğini söyledi. Barrie ayrıca; "Bildiğimiz kesin bir şey varsa kırmızı ve işlenmiş et bağırsak kanseri riskini yükseltirken yüksek miktarda lif içeren besinler bu riski önlüyor." dedi.

Mutlu Olmak İçin Seks Yap


Yapılan bir araştırma hayallere dalmanın insanlar üzerindeki etkisinin olumsuz olduğunu ortaya koydu.
Araştırma, zihinlerimizin toplam zamanın yüzde 46,9'unda hayallere daldığını ortaya koydu. Uzmanlara göre, sadece seks yaparken beyin yapılan işe tamamen odaklanıyor.

Harvard Üniversitesi uzmanları tarafından yapılan araştırmada, hayatın nasıl daha güzel olabileceğini düşünmek yerine, anı yaşamanın ve bundan keyif almaya çalışmanın psikolojik açıdan daha yararlı olacağı belirtiliyor.

Araştırma, 2 binden fazla insanla cep telefonu teknolojisinden yararlanarak gerçekleştirildi. Katılımcılarla temas kurularak günlük yaşam içindeki halleri, ne yaptıkları, mutlu olup olmadıkları ve hayal kurup kurmadıkları soruldu. Gönüllü katılımcılar cep telefonlarından bu sorulara cevap verdi. Alınan cevaplar günde birkaç kez güncellendi ve toplamda 250 bin cevap elde edildi.

Sonuçta ise insan beyninin her ne yapılıyorsa yapılsın zamanın neredeyse yarısında düşüncelere daldığı ortaya konuldu. Yalnızca seks sırasında beyin tamamen yaptığı işe odaklanıyor.

Araştırmaya göre, insanlar en çok seks yaparken, egzersiz yaparken ve sohbet ederken mutlu. En az mutlu olunan zamanlar ise çalışırken geçiyor.

Ancak şaşırtıcı bir şekilde daha güzel bir şey hakkında hayal kurmak, sıkıcı işleri eğlenceli hale getirmiyor. Aksine, zihnin hayal kurmasına izin verdikten sonra insan öncekinden daha mutsuz oluyor. Başka bir ifadeyle, araştırmaya göre, hayal kurmak insanı olduğundan daha mutsuz kılıyor.

Hastalığın gerçek nedeni ‘takıntı’lar

ABD’nin Vermont eyaletinde bulunan VA Medical Center’ın yaptığı araştırmaya göre sağlıklı olmak için gösterilen aşırı özen, zamanla bir takıntıya dönüşüyor. Bu takıntı, insanlarda “Acaba sağlıklı değil miyim?” hissi yaratıyor. Bu takıntı daha sonra, depresyona varan psikolojik sorunlara yol açabiliyor. Araştırmayı yürüten doktorlardan Brenda Sirovich’e göre, bu sorunlardan en tehlikelisi halk arasında hastalık hastalığı olarak bilinen “Hipokondriazis”.
HER gün onlarca sağlıklı insanın doktorlara başvurduğunu belirten Sirovich, “İnsanları hasta olmadıklarına inandıramıyoruz, hatta bazıları hastalıklarını onlardan sakladığımızı bile düşünüyor” diye konuştu. Araştırmada üzerinde durulan bir diğer nokta ise aşırı ilaç kullanımının etkileri oldu. Sirovich’e göre çoğu insan, daha sağlıklı olmak için günlük alması gereken dozun üstünde vitamin tüketiyor.

Şeker hastalığında umut veren yeni araştırma

Şeker hastaları arasında görülme sıklığı en yüksek orana sahip Tip-2 diyabet tedavisinde yeni etken maddeli ilacın insanlar üzerinde yapılan faz çalışmasının sonuçları açıklandı.



Şeker hastaları arasında görülme sıklığı en yüksek orana sahip Tip-2 diyabet tedavisinde yeni etken maddeli ilacın insanlar üzerinde yapılan faz çalışmasının sonuçları açıklandı.

Buna göre, ''saksagliptin'' isimli yeni etken madde, mevcut ''insülin'' tedavisi ile birlikte kullanıldığında, hastaların kan şekerinin büyük oranda azaldığı belirlendi.
Portekiz'in Lizbon kentindeki 47. Avrupa Diyabet Kongresi'nde, Tip-2 diyabet tedavisi alan yetişkinlerde, ''saksagliptin'' etken maddesiyle insülinin birlikte uygulandığı ve tedavi sonrasında hastalardaki yan etki ve komplikasyonların değerlendirildiği yeni ilaç tedavisine ilişkin insanlar üzerinde yapılan Faz 3 klinik çalışmasının sonuçları açıklandı.
17 bin bilim insanının katıldığı kongrede ilk kez sonuçları açıklanan çalışmada, kan şekeri seviyelerindeki (HbA1c) azalmanın 52 hafta boyunca korunduğu belirlendi. Yeni kombine tedavinin mevcut ''insülin'' uygulaması ile karşılaştırıldığında farklı bir yan etki ile karşılaşılmadığına dikkat çekildi.
Kongreye çalışmanın sorumlu araştırıcısı olarak katılan Uzman Dr. Anthony Barnett, ''Tip 2 diyabet izlenen birçok hastada insülin gereksinimi doğacağından, kan glukozu kontrolünün uzun süreli olarak sağlanmasında bir bileşenin insülinle kombinasyon halinde kullanılıp kullanılamayacağının değerlendirilmesi önem taşımaktadır'' dedi.
Barnett, çalışmanın insülinle birlikte kullanılan saksagliptin 5 miligramı tip 2 diyabet izlenen yetişkin hastalarda glukoz kontrolündeki iyileşmeyi 24-52 hafta süresince koruduğunun bildirildiği ilk uzun süreli çalışma olduğunu ifade etti.

Kalbini korumak için baba ol!


Kalbini korumak için baba ol!

ABD'de yapılan bir araştırma, kalp rahatsızlıklarından ölme olasılığının baba olan erkeklerde daha az olduğunu ortaya koydu.

Hükümet ve üniversitelerin yaklaşık 138 bin erkeğin üreme ve ölüm oranları üzerinde yaptığı, şimdiye kadarki en geniş kapsamlı araştırmada, babaların, kalp rahatsızlarından ölme olasılıklarının baba olmayan erkeklere oranla daha düşük olduğunu gösterdi.
Bunun sebebinin, çocukların, babaların kendilerine daha iyi bakmalarını sağlamaları, aynı zamanda baba olanlarda daha iyi genlerin bulunmasının olabileceği ifade edilirken, araştırma ekibinin lideri, Stanford Üniversitesi üroloji ve doğum uzmanı doktor Michael Eisenberg, erkeğin üremesinin, yaşamının ilerleyen safhalarında sağlık durumuna açılan pencere olduğu yönündeki kanıtların arttığını söyledi.
Sonuçları 'Human Reproduction' dergisinde yayımlanan araştırmaya, 1990'lı yıllarda Ulusal Kanser Enstitüsü'nün sponsorluğuyla 50 yaş üzerinde 500 bin erkeğin katılımıyla başlandığı, daha sonra hiç evlenmeyen, kanser veya kalp hastası olan erkeklerin araştırma dışı bırakıldığı belirtildi.
Kalan 137 bin 903 erkeğin yüzde 92'sinin baba olduğu, bunların yarısının üç ya da daha fazla çocuğunun bulunduğu kaydedilen araştırmada, ortalama on yıllık takip sürecinde yaklaşık yüzde 10'unun öldüğü bildirildi.
Araştırmacılar, babalarla çocuksuz erkeklerin ölüm oranı arasında fark gözlemezken, babaların kardiyovasküler nedenlerden ölme olasılığının çocuksuz erkeklerle kıyaslandığından yüzde 17 daha az olduğu görüldü.
Daha önce yapılan araştırmalar, evlilik, çok sayıda arkadaş ve hatta köpek sahibi olmanın, kalp rahatsızlıkları ve bu rahatsızlıklardan ölme olasılığını azalttığını ortaya koymuştu.

7 Eylül 2011 Çarşamba

Gece kuşlarına kötü haber


Daha önceki araştırmalarda gece uyanık kalıp gündüz uyumanın metabolizmada sorun yarattığı ortaya çıkmıştı. Son yapılan bir araştırmaya göre gece uyumamanın bir zararı daha bulundu.

Gece kuşlarına kötü haber

Geç vakitlere kadar oturup gündüzleri uyuyan insanların diğer insanlara göre daha sık ve daha ürkütücü kabuslar gördüğü açıklandı.
264 üniversite öğrencisinin üzerinde çalıştığı ve Sleep and Biological Rhytms (Uyku ve biyolojik ritm) dergisinde yayınlanan araştırmada yetişkin insanların yüzde 80'inin yılda en az bir kere kabus gördüğünü, yüzde 5'inin de ayda bir kereden daha fazla rahatsız edici rüyalar gördüğü belirtildi. Rüyalar genellikle endişe, tehdit, korku veya terör içerikli olarak tanımlandı.
Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nden akademisyen Yavuz Selvi "kötü rüya"ların notunu da belirledi. Araştırma süresince insanlara rüyaları için 0'dan 4'e kadar bir not vermeleri istendi.
Ortalamada kendilerini "gece kuşu" olarak tarif edenlerin kötü rüya görme oranı 2.10 iken düzenli saatlerde uyuyanlarınki ise 1.23 oldu.

Okul Çocuklarında Uyku Sağlığına Dikkat


"Uykuları yetersiz olan çocukların becerileri bozulduğunu ve sağlıklı uyuyanlara göre bu öğrencilerin daha düşük notlar aldığını açıkca gösteren araştırmalar bulunuyor."

Haber: Okul Çocuklarında Uyku Sağlığına Dikkat

Yetişkinler, birkaç gece kötü uyumanın günlük yaşamlarını nasıl olumsuz etkilediğini çok iyi bilir.Çocuklarda ise yetersiz süreli veya kalitesiz uyku psikolojik durumlarını bozar. Akademik başarılarını ne kadar çok etkilediğinin çok farkında değiliz. Özellikleana okulu ve ilk öğretim yaşındaki çocukların beyni henüz hızlı bir gelişim süreci içinde olduğundan yeterli uyku, fiziksel ve bilişsel gelişme için olmazsa olmaz bir önem taşır. Çok karmaşık bir bilgisayara benzetirsek beyin, verileri işlemek, belleğe kaydetmek, bilgileri birbirleriyle ilintilendirmek, sınıflandırmak, gerektiğinde kolay ve doğru hatırlamak, doğru çıkarsama yapmak için gerekli işlemlerin çoğunu uyku sırasında gerçekleştirir.

"Beyin uyku sırasında dinlenmez! Aksine uyanık olduğu zamanki kadar çok çalışır."

Uyku, vücudumuzun değil, beynimizin "dinlenmesi" için şarttır. Aslında beyin uyku sırasında dinlenmez. Daha çok dışarıdan değil, vücuttan ve kendi içinden kaynaklanan verileri işler. Uyanıkken olduğundan çok çalışır. Uyku beynin ve vücudun en verimli şekilde iş görmesi için olmazsa-olmazıdır. Erişkinlerin tam dinlenebilmesi için gerekli olan "ideal uyku süresi" kişiye göre değişir. Bunlar genetik faktörler ve alışkanlıklara bağlı farklılıklar gösterebilir. Çocuklarda ise uzmanlar, ilkokul öncesi küçük çocukların 11-13 saat, ilk ve orta öğrenimdeki çocukların 10 -11 saat uyumaları gerektiğini saptamışlar. Üniversite döneminde gençlerin uyku gereksinimi de genelde 8-9 saattir.

Uyku ile ilgili bilimsel araştırmalar

Bilimsel araştırmalar, uyku süreleri 1 hafta süreyle bir saat bile azalan çocuklarda dikkat, konsantrasyon, öğrenme ve hafıza becerilerinde ölçülebilir belirgin azalmalar olduğunu saptamışlardır (Dr.Brian Mills, Louisville Üniversitesi, 2007). Uykuları yetersiz olan çocukların okuma, yazma ve matematik problemleri çözme becerilerinin bozulduğunu ve sağlıklı uyuyanlara göre bu öğrencilerin daha düşük notlar aldığını açıkca gösteren araştırmalar bulunuyor (Alyssa Bachman, 2007). Michigan Üniversitesiaraştırmacılarından Dr. Ronald Chervin ve meslektaşları da, uykuları horlama nedeniyle bozuk olan 866çocukta yaptıkları araştırmada özellikle küçük çocuklarda, normal uyuyanlara oranla 3 kez daha sık davranış bozuklukları ve dikkat dağınıklığı, hiperaktivite gibi sorunlara rastlandığını saptamışlar. 2,5 ile 6 yaş arası 1500 çocukta yapılan bir başka geniş araştırma da, 10 saatten az uyuyan çocukların kelime haznelerinde ve bilişsel becerilerinde, 10 saatten çok uyuyanlara oranla çok belirgin azalma olduğu saptanmış.

Benzer araştırmalar, ergenlik yaşındaki gençlerde de uyku problemlerinin ve yetersiz uykunun sanıldığından çok daha Yaygın olduğu göstermekte. Eksik uyku çok belirgin davranış sorunlarına, öğrenme problemlerine ve akademik performans düşmesine yol açar. Bu yaş grubundaki gençler sıklıkla gece uykuya dalmakta zorluk, sık uyanma, sabah dinlenmeden uyanma veya çok zor "ayılma", gün içinde yorgunluk ve kolayca uykularının gelmesi şikayetleri görülür. Bu şikayetlerle davranış bozuklukları, devamsızlık, öğrenme güçlüğü ve akademik başarısızlık arasında bir ilişki bulunuyor.

Bu ilişkinin sebep-sonuç bağlantısı olup olmadığı kesin değilse de olma olasılığı çok yüksektir. Sebepsiz yere yorgun veya haşarı, duyarsız veya aşırı huysuz ve tepkili, akıllı olduğu halde sosyal ve akademik başarısı sorunlu düzeyde çocuklarda uyku kalitesinin gözönüne alınması gereklidir. Her ne olursa olsun,anne-babaların çocuklarının uyku sağlığına en azından beslenmeleri ve genel sağlıkları kadar özen göstermeleri gerektiği açıktır.

Sağlıklı bir uyku için dikkat edilmesi gereken genel kurallar şunlar:

Her sabah aynı saatte uyanarak biyolojik saatinizi koşullandırın
Öğleden sonra / okul sonrası şekerleme yaparsanız yarım saati aşmayın
Yatakta okumayın, chat yapmayın, twitlemeyin, mesajlaşmayınTV seyretmeyin, telefonla konuşmayın, abur cubur yemeyin
Öğleden sonraları ve akşamları kafeinli sodalı içecekler kullanmayın
Yatağa aç gitmeyin ama akşam yemeklerini hafif yiyin, gece çok su içmeyin
Egzersizlerinizi yatmadan en az 4 saat önce yapın
Yatak odası sessiz, karanlık, yaklaşık 23-24 ısıda derece olsun
Yatmadan önce yoğun video oyunları, korku filmleri seyretmekten kaçının
Dertleri, sorunları, endişeleri yatağa taşımayın, olumlu düşünün
20 dakikada uyuyamazsanız kalkıp başka bir odaya geçin, sıkıcı şeyler okuyun, uykunuz gelince yatağa dönün
Okul dışı aktiviteler çok zaman alıyorsa azaltmayı düşünün, ders için gece geç saatlere kadar çalışmanınkalıcı yararı olmadığını unutmayın
Uyku sorunları bir iki haftayı geçerse bunları gözlemleyin, not edin, doktorunuza veya bir uyku uzmanına danışın

Ergenlik yaşındaki gençlerin çoğunun özel telefon konuşmalarının gecenin geç saatlerine kaydırdıklarına, saat 02-03'e kadar yoğun telefon trafiği yaşadıklarına sıklıkla rastlıyoruz. Bu konuşmalar sadece uyku saatinden çalmamakta, içeriklerinin anlamı ve önemine bağlı olarak, uyuduktan sonra da uykununkalitesini kötü etkileyebilmektedir. Ebeveynlerin uyku saatleri konusunda tatlı-sert bir disiplin içinde olmaları, sınırları belirlemeleri ve ödünsüz uygulamaları gerekiyor. Ailedeki diğer erişkinlerin de bu konuda uyum içinde davranmaları şart. Unutmayın, çocuklarınız sizin arkadaşlığınıza değil onlara güven ve huzur verici, dengeli bir disiplin uygulayan ebeveynlere muhtaçlar.